Gülcan Altun Hakkında

E-posta Adresi:

1977 yılının Nisan ayında, ülkenin en doğu ucunda hayata “Merhaba” dedi. Ancak onu kavramaya çalışması en batı ucunda bir deniz kentinde oldu. Bu kentte tüm eğitim hayatını ve geri kalan yaşamını sürdürdü ve hala sürdürmektedir. Hiç içine sindirmese de Hukuk Fakültesi’ni bitirdi ve yine hiç içine sindirmese de Maliye’de memur olarak çalışmaktadır. 11 yaşındayken uzunca bir süre belirlenemeyen bir sebeple gözlerini kaybetti. Trajikomik bir tesadüf gibi 22 yaşında ise belden aşağı felç geçirdi ve anlaşıldı ki NMO (yaygın duyulan adı: Devic) hastasıdır. Sonrasında felcin izlerini büyük ölçüde atlatmış olsa da hala desteksiz yürümekte zorlanmaktadır. 33 yaşını hasarsız atlattı fakat 44 yaşına vedası hastanenin yoğun bakım ünitesinde oldu. Buraya gülücük resmi koymak istedi ama beceremedi. Engelsiz Erişim Derneği tarafından yayımlanan EEEH Dergi’nin yazar kadrosunda yer almaktan gurur duyduğunu her fırsatta ifade eder. Bundan başka en vazgeçilmezi ise türkülerdir.

 

Yazara,

guleycane@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Gülcan Altun Tarafından Yazılan Yazılar


Çok uzun zaman önce yapmak istediğim ama hiç cesaret edemediğim bir şeydi sesli betimlemeden bir yetkiliyle söyleşi yapmak. Bu kapsamda tatlı sesi ve sıcacık sohbetiyle Emine Kolivar ile uzun uzun sohbet ettik. Sohbet ettik diyorum çünkü her ne kadar yola söyleşi yapmak üzere çıktıysam da gerek benim deneyimsizliğim gerekse beceriksizliğim yüzünden söyleşi, söyleşi olmaktan çıkıp sohbet havasına büründü. Üstüne üstlük yaptığım ilk kaydı ben doğru dürüst kaydetmeden sildiğim için sağ olsun Emine anlayış gösterdi ve bir kez daha buluşup konuştuk.


Yaşasııın! Nisan geldi yine. Bana göre yılın en umut veren ayı. Yemyeşil, ışıl ışıl, cıvıl cıvıl... Tüm bu övgüleri sadece Nisan doğumlu olduğum için düzüyorsam namerdim. Son hızla yaza yelken açtığımız bu mevsimde dramın dibine vuran, alabildiğine dalga sesi ve müzik dolu bir filmden söz edeceğim size… Dikkat çekici konusunu ele alış biçimiyle hedefi ıska geçtiği için bana “Hadi be!” dedirten bir filmden.


 

 

Dergimize sonradan katılan ve içimizi aydınlatan, kendi adıma kafamdaki pusları yeni sorularla umutlu bir karmaşıklığa salan bakış açısıyla aramızda hızla sivrilen ve editörlüğe kadar yükselen Meral Sözen'in Aylar aylar önce yazıp bir sonraki sayıda yanıtlarını da verdiği sorularının aksine benim sorularım havada asılı kalan nitelikte. Ne uzun cümle oldu be. Seslendiren arkadaşımın yüksek selamlarını şimdiden aldım, kabul ettim. (Açık ağızla sırıtma ifadesi) 


 

 

Dergimize sonradan katılan ve içimizi aydınlatan, kendi adıma kafamdaki pusları yeni sorularla umutlu bir karmaşıklığa salan bakış açısıyla aramızda hızla sivrilen ve editörlüğe kadar yükselen Meral Sözen'in Aylar aylar önce yazıp bir sonraki sayıda yanıtlarını da verdiği sorularının aksine benim sorularım havada asılı kalan nitelikte. Ne uzun cümle oldu be. Seslendiren arkadaşımın yüksek selamlarını şimdiden aldım, kabul ettim. (Açık ağızla sırıtma ifadesi) 


Yelda ile tanışmadan önce asla vazgeçemeyeceğimi sandığım, insan sesi formatındaki ekran okuyucuyu,  bilgisayarı ilk kullanmaya başladığım zamanlarda lisansıyla satın almıştım. O zamanlar şifre ile değil, bilgisayarın kasasının arkasına takılan ve adına damgıl dediğimiz parmak kadar bir aygıt yardımıyla alabiliyorduk bu sesi. Sonraları, iş ile ev arasında gidip gelen dizüstü bilgisayar kullanmaya başladım. Her seferinde damgılı tak çıkar gıcığıma gidiyordu. Üstelik korkutuyordu insanı: zedelenecek, çatlayacak ve hatta kırılacak diye.


Yaşadığımız toplumda çoğu zaman engelliler olarak, ama özellikle biz körler, ikinci sınıf vatandaş gibi hissediyoruz kendimizi değil mi? Son bir aydır çok daha fazla duyumsadığım bir duygu oldu bu.


Lacivertliğinden sıyrılıp koyuluğunu silkelemeye çalışan mavinin en soğuk olduğu bir gökyüzüyle girerdim çocukluğumun Ankara'sına. İçim mutlulukla üşürdü. Geride bıraktığım babamın buruk özlemine karışan kar heyecanıyla bakardım otobüs camından. Mavi çöp kutusunun hemen arkasındaki evdi dedemlerin tek kayısı ağacıyla şirinleşen evi.


Bu ay Dergi için bir yazı yazmak istiyor ancak ne yazacağıma karar veremiyordum. Sesli betimlemeli filmler ve diğer SEBEDER etkinlikleri hakkında yorum yapabildiğimiz, görüş ve önerilerimizi sunabildiğimiz bir Google grubu olan Sebeder Tartışmaları'nda her ay gelen Betimleme Kumbarası bildirimi dikkatimi çekti.


Gerçekten bizler de mi sürgündük ki o zamanlar? Evlerimizde izlediğimiz TV programları, diziler ve filmleri tam anlayamadığımıza göre; bir üst caddedeki sinemaya gelen ve yeni vizyona giren filme, “nasılsa görsel sahneleri tek başıma bilemeyeceğim ve filmi bütünleştiremeyeceğim”  ya da işitme engelli biri açısından bakıldığında “konuşulanları duyamayacağım” diye çok istememize rağmen gidemiyorsak; sokağımızda rahat rahat yürüyemiyorsak; okulumuzda bir üst kattaki sınıfımıza çıkamıyorsak birileri bizi kucaklamadan, özgürce. Kalabalıklar içinde sürgün sayılmaz mıyız?

 


Seçim arifesindeyiz ve içimiz dışımız her yerimiz ülkemiz için son derece önemli olan 24 Haziran seçimlerine kilitlenmiş durumda. Peki ya engelliler ve engellilere yönelik politika belirleyenler bu kilidin neresinde?


Lacivertliğinden sıyrılıp koyuluğunu silkelemeye çalışan mavinin en soğuk olduğu bir gökyüzüyle girerdim çocukluğumun Ankara'sına. İçim mutlulukla üşürdü. Geride bıraktığım babamın buruk özlemine karışan kar heyecanıyla bakardım otobüs camından. Mavi çöp kutusunun hemen arkasındaki evdi dedemlerin tek kayısı ağacıyla şirinleşen evi.


İki yıldır yakamı bırakmayan sağlık sorunlarım nedeniyle bir süredir dergiden uzak kalmak zorundaydım. Bu durum fazlasıyla canımı sıkıyor ama yapabileceğim pek bir şey de yok ne yazık ki. Yazı yazmaya karar verdiğimde uzun süredir ihmal ettiğim betimlemeli film değerlendirmesi işime geri döndüm. Elimdeki arşivi tararken ihtiyaç duyduğum gülme güdüsünün etkisiyle mi nedir, bir komedi filmi seçtim. Pek Yakında! Benim dönüşüm pek bir yakında olmadı galiba ama…


Evet! Sanırım bahar yorgunuyum. Bizim dergideki Bahar değil, mevsim bahardan yorgunum. Rahmetli bir ablam vardı. Babaannesi bahar gelince onlara; “dikkatli olun, ayağınızı yere sağlam basın, bahar gelince ağaçlar canlanmak için gücünü insanlardan alır” dermiş. Benim de her sene biraz daha iştahla mı çekiyor ağaçlar gücümü nedir anlamadım ama her sene bahar geldiğinde bir kat daha yorgunluğum artıyor.

 


Yaz günlerini yavaş yavaş geride bırakmaya başladığımız bu günlerde birçok evde kış hazırlıkları telaşı var. Özellikle bizden bir önceki nesil harıl harıl çalışmakta. Ancak bakıyorum da genç nesil de artık bu işlere merak salmış veya sağlıklı beslenme kaygısında. Ben de bu bağlamda tam da bu günlerde yapılabilecek alternatif ve erişilebilir bir turşu tarifi vereyim dedim sizlere, malum her zaman erişilebilir tarif sitesi bulmak ya da annenizin el yazısıyla tuttuğu kara kaplı tarif defterindeki denenmiş tariflere ulaşmak mümkün olmayabiliyor.

 


Yaz bitiyor belki ama tatil denilince akla bakış açınıza göre çoğunlukla deniz, kum, güneş, dolayısıyla plaj; bundan başka müzeler, tarihi yerler, mili parklar, kayak merkezleri vs gelir. Bunlardan en az birine özlem duymayan, içine bir heyecan düşürmeyen, dudağında bir tebessüm yaydırmayan pek kimse yoktur herhalde. Kimileri kabullenmekte güçlük çekse de biz engelliler de birer insan olduğumuza göre aynı şeyleri hissediyoruz.


Merhaba sevgili okuyucular, bilenler bilir, ben ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili inci gibi bir kentinde ikamet etmekteyim. Dolayısıyla bu şehre göç ettiğimiz çocukluk yıllarından itibaren, tabiri caizse bir ayağım suda yaşadım hep. Geçen gün aşırı sıcakların yaşandığı bir günde soluğu denizde aldık birkaç tanışla birlikte. Yüzerken bir yandan sağdan soldan sohbet etmeyi de ihmal etmedik. Birkaç yıl önce denizde yaşadığım, kıyıyı bulma olayımı kahkahalarla anlatırken, aklıma “Bunu size niye yazmıyorum ki?” diye geldi.


Oruç tutamadığımdan mıdır nedir Ramazanda ayrı bir can çekme dönemine giriyorum. Çoğunlukla beni dürtükleyen de tatlı düşkünlüğüm oluyor. Bu aralar canımın en çok çektiği tatlı ise Magnolya. Son zamanlarda ne olduğunu anlamadığım uyuşukluk halimin etkisiyle kendim mutfağa girmek yerine yapması için annemin yakasına yapışıyorum. Bu tadı bilmeyenlere tavsiye olsun diye bu ay size yaklaşık bir senedir taktığım ancak fazla detay içerdiği için her istediğimde annemden bir araba dolusu laf işittiğim bu harika tadın tarifini vermek istiyorum.

 


Nihayet artık güzel bir Mayıs gününden merhaba sevgili okurlar. Artık diyorum çünkü Mayısı ortaladığımız bu günlerde, daha hafta başında kış "ensenizdeyim haaa", dercesine soğukluğunu hissettiriyordu. Bugün ise yaz, var gücüyle yükleniyor kendini göstermek için. Dışarısı günün her saatinde değişen miktarlarda sıcak ve soğuk. Ne giyeceğini şaşırıp, bina içinde üşüyüp dışarıda yanıyor resmen insan. Bir sıcaklayıp, bir üşüyünce hastalığa davet çıkarmak da cabası.

 


Deyim tam anlamıyla yerini buldu ve duyar duymaz tüm yüzüme yayılan sırıtma şaşkınlıkla dona kaldı. Üç boyutlu bir emoji ifadesi olsa ne denebilir? Ağzı kulaklarına varan sırıtmadan mosmora geçme surat ifadesi...

 


Evet! Sanırım bahar yorgunuyum. Bizim dergideki Bahar değil, mevsim bahardan yorgunum. Rahmetli bir ablam vardı. Babaannesi bahar gelince onlara; “dikkatli olun, ayağınızı yere sağlam basın, bahar gelince ağaçlar canlanmak için gücünü insanlardan alır” dermiş. Benim de her sene biraz daha iştahla mı çekiyor ağaçlar gücümü nedir anlamadım ama her sene bahar geldiğinde bir kat daha yorgunluğum artıyor.