Arada bir, tıpkı körlerle ilgili “kırmızı beyaz baston kullanan bir görme engelliye rastlarsanız, kullananın aynı zamanda sağır olduğuna işarettir” safsatası gibi başörtülü kadınların terapi yapamayacağına dair bir safsata, hem de alanın saygın insanlarından biri görülen Üstün Dökmen aracılığıyla dolaşıma giriyor. Ben engelli ve başörtülü bir kadın psikolojik danışman, aynı zamanda engelli hakları alanında aktivist olarak yalnızca görerek emin olduğumuz tek bir özellikten yola çıkıp da “Engelliler, kadınlar, gençler şu/bu işleri yapamaz” söylemlerinin önyargı ve bencillik içerdiğini düşünüyorum. Görme engelli ve başörtülü bir kadın psikolojik danışmanım. Psikoloji bilimine ilişkin bir alanın uygulayıcısı olarak insanı anlamayı, bu yönde büyümeyi kimliğimin bir parçası görüyorum, en önemli etik kodlarımızdan “zarar verme” ilkesini günlük hayatımda da gözetmeye çalışıyorum. Çünkü terapi meselesiyle ilgili oluşturacağım yanlış bir algının neye sebep olacağını ben hesaplayamam.
Başörtülü bir kadının terapi yapamayacağını savunması ve savunma şekli nedeniyle bu ilkeyi gözetmediğini düşündüğüm Üstün Dökmen’in görüşüyle ilgili kendi kendime tartışıyorum. Kendisinin öne sürdüğü bir argüman; başörtülü birinin bir dünya görüşünü temsil etmesi sebebiyle danışanlar tarafından nötr algılanamayacağından ya kendine yakın ya da itici bulup kendini açamayacağı. Diğeri ise terapistin başörtüsü nedeniyle empatik olamayacağı. İlki üzerine düşündüğümde aklıma “transferans” kavramı geliyor. Kavram kabaca; danışanın terapistindeki sözlü veya sözsüz bir figür dolayısıyla kendi hayatındaki ilişkilerle terapisti ile arasındaki terapötik ilişkiyi karıştırması anlamındadır. Bu nedenle terapide amaçlanan değişime karşı veya iletişime karşı bir direnç geliştirebilir. Örneğin uzun yıllardır evlenmek istediği halde evlenemediği için terapiye başvuran danışan Ahmet’i düşünelim. Danışan, terapi sırasında evli olduğunu anladığı ya da böyle tahmin ettiği kadın terapistine karşı; kendisiyle ilgili “Kesin bir eksiği var da evlenememiş” diyeceği düşüncesi ve utangaç, çekingen hislerle transferans geliştirir. Oturumlarda; aslında terapiye başvurma sebebi olan bekarlığından bunu olağan bir mesele görüyormuş gibi bahseder. Danışanın evliliğe bakış açısı terapide ele alınmalıyken transferans nedeniyle meseleden uzaklaşılmış olur ancak keşfedilirse danışanın zihnindeki “Mutlaka evlenmeliyim, çevre benden bunu bekliyor, artık bu yaşıma geldiğime göre çevreye uymalıyım” yargılarını; şu ana kadarki ilişkilerinde de bu yargılarla hareket ederek partnerini çevrenin onaylayacağı gibi biri oluşuna göre seçip ilişki sırasında gerçek bir yakınlık kuramayışı fark edilip çalışılır.
Üstün Dökmen’in “Başörtülü bir terapistle terapideyken komşu amca veya teyzeyle konuşuyor gibi olur” demesinden kastı; başörtülü bir tanıdıkla terapist arasında transferans yapma ihtimali. Bu, mümkün olmayan bir durum değil ancak birincisi; transferansa sadece terapistin başında ne olup olmadığı değil, ses tonu, olumlu bir geribildirimi, sesini kullanışı, saçlarının rengi, çalışan bir kadın olması, sesi tok bir erkek olması, kısa boylu veya çok zayıf olması, bakışları… sebep olabilir. Benzer durumun karşıtı, yani terapistin danışanına karşı transferans geliştirmesi de mümkündür. İkincisi; transferans terapide asla olmaması gereken bir şey değildir. Terapi esnasında keşfedilen transferans ve direnç; yeni kapılara ve daha doğru yollara götürebilir. Terapide belki zaman kazanmayı, belki de etrafında dolaşılan ama ulaşılamayan bir alana girilmesini sağlar. O yüzden terapinin bir parçası transferans, karşıt transferans ve direnci açık yüreklilikle anlamlandırabilmektir.
Ve insanın nötr olması gerçekçi değildir. Çünkü psikolojik destek almak isteyen herhangi bir kişinin, hangi insani özelliği nasıl anlamlandıracağının bir sınırı yoktur. Elbette bunun bir sınırı yok diye sahip olunulan görüşlere ilişkin ögelerle donatılmış bir terapi odası sağlıklı olmaz. Terapi odasının amacı bellidir. Dolayısıyla abartılı süsler, herhangi bir görüşe ait unsurlar bulunmamalıdır ancak bu terapistin kendini törpüleyip bir kalıba sokması anlamına gelmez. Bu, terapinin doğasına da aykırıdır.
Argümanlardan ikincisi olan “başörtülü terapistin empati yapamayacağı” ise su götürmez biçimde önyargıdır. İnsanların yalnızca düşündüklerini veya bir gruba dahil olduklarını varsaydıklarımız üzerinden, o insana ait beyanlarda bulunmak önyargının dile gelip ayrımcılığa dönüşmüş halidir. Sokakta, sosyal medyada başörtülü olmak veya olmamak üzerinden siyasi parti, siyasi görüş, sendika, izlenen televizyon kanalı veya sevilip sevilmeyen yazarlara dair varsayımlar görürüz, bunlar rahatsız edicidir ancak bunlardan farkı olmayan ve belki de bu varsayımlarla temellendirilmiş “Başörtülü kadınlar terapist olamaz” yargısını bir terapistten, mesleği itibariyle kendini önyargıları açısından sorgulayıp değişebilmesi, insanları önce tanımayı bir yaklaşım olarak benimsemesi beklenen birinden duymak benim için umut kırıcı. Tek başına başörtü meselesi için de değil. Yani yüzeysel biçimde bilinen ya da tahmin edilen bir özelliğe sahip insanlar için “Terapi yapamazlar” deyivermek uzak gelmiyor. Örneğin engelli, roman/çingene, LGBT+ olduğunu bildiklerimiz de terapi yapamaz mı?
Meselenin cinsiyet ayrımcılığına açılan bir yönü de var. Başörtülü kadınları konuşuyoruz. Başörtü meselesinin konuşulduğu pek çok yerde olduğu gibi erkekler yok... Hangi erkekler terapist olamaz?.. İşte aslında sadece görünenden yola çıkarak ahkam kesmenin bir sonucu da bu. Başörtü takan veya takmayan kadınlar var ama erkekler başörtü takmıyor. Bu durumda hangi erkekler empati kurabilir, hangi erkekler kuramaz? Buna verilecek makul bir cevap; ötekine saygılı, kendi gerçekliği dışında da bir dünya olduğunu bilen erkekler. O zaman bu cevap kadınlar için neden geçerli olmasın veya aslında her cinsiyet kimliği için geçerli olmasın?
Umarım olur. Ben bu cevabın herkes için geçerli olmayan kör terapistler yönünü de düşünüyorum. Çünkü empatiyi salt başörtüye indiren yaklaşım, yakın terapötik ilişkiyi de yalnızca göz göze bakabilmeye indiriyor. Bunu yine alanın saygın insanları yapabiliyor. Çünkü “normal” diye kabul görenlerin sözü bilimde de geçiyor. O yüzden kadın anatomisi, “normal” denen anatominin içinde zoru zoruna yer buluyor. O yüzden yakından terapötik ilişkinin temelleri için göz göze bakış dışındaki duyular öne çıkmıyor. Oysa herkes öğrenmeli ki hiçbir yer sadece “ben”den ibaret değil. Terapide ne göz göze bakmak olmazsa olmaz ne de başörtülü olmak ille transferansa yol açar, ille empati yeteneğini alıp götürür.
Böyle önyargılarla, gücü yettiğince etkide bulunmaya çalışılanlarla bir kültürün parçası, yeniden ve yeniden üreticisi olunur. Başörtülü bir kadına “empatik olamama” etiketini vermek, bunu sahip olunan statünün etkisiyle daha güçlü yayabilmek; var olan önyargıları pekiştirir. Bu önyargılar benimsendikçe “İş yapamaz, empatik olamaz” minvalinde yargılar daha da kalıplaşır. Bunların dönüştüğü ayrımcılığın sonucu ise, başörtülü kadınlara yüklenen “iş yapamazlığı, empatik olamayışı” yaymaya sebep olabilir. Ben bunu engellilik meselesiyle yakın ilişkide görüyorum. Bugün başörtülü kadınların iş yapıp yapamayacağına dair beyanların engelliliği kapsamaması için yeni bir tavra ihtiyaç olmayışı bir yana; sürekli maruz kaldığımız “Engelliler şu/bu işleri yapamaz” yargısı da içselleştirildikçe günlük pratiklere yansıyan bir konumda. Örneğin bazı uzmanlar çıkıp kendi uzmanlık alanlarında engellilerin iyi olamayacağını, bu işi yapmamaları gerektiğini söylerse; o alanda yetenekli ve ilgili engelliler uzaklaşır, eğitim tercihleri bu yönde değişir, alanda profesyonelce var olmaya çalışan engellilere ise güven duyulmaz. Döngü statüsünden beslenen muktedirlerin tarafına döner durur.