Burası ne kadar da dar ve basık. Epeydir burada kalmaktan öyle çok bunaldım ki. Belki ben, ‘ben’ olmasaydım, bu sıkıştırılmış yerde olmak hem bu denli uzun hem bu denli daraltıcı gelmezdi. Oysaki ben her daim oradan oraya uzanmayı, benim için farklı fiziksel mekanlar arası dolaşmayı yaşam tarzı haline getirmiş gibiyim. Belki de bütün var oluşum bu hareket üzerine kurulu. Sesler, tatlar, renkler ve şekiller, dokular ve dokunuşlar her ne olursa olsun kendimi var edebileceğim bir ortam, bir devinim muhakkak bulurum. Tıpkı her varoluşun bu koca yapbozda oturduğu bir boşluk olduğu, henüz ait olduğu yere oturmuyor olsa da ilgi ve hissini her daim taşıdığı gibi.
Belki biraz, benim için bir çeşit azap olan, bir nevi duvarlar arasına yerleştirilişimden bahsetmeli. Ne uğruna hapsedilmiş, doğam gereği hareketten alıkonmuş olduğumu kendime dahi açıklayamamış olsam da, başkalarıyla paylaşmak bir nebze zihin açıcı olabilir diye düşünüyorum. Kim bilir, belki kaçırdığım bir nokta vardır, paylaşmanın gücüyle köprüsü kurulmamış bağlantıyı bu yolla yakalamam mümkün olur. Aslında zapt edilmeden evvel zararlı birtakım meselelerle uğraşıyor olduğum söylenemez. Her zamanki gibi mesut bir devinim içinde dolanmaktaydım. Benim var oluşumun gereği buyken, ayrıca bir tanımlamaya ihtiyaç duymuyorum fakat belki siz bu halime “Şen şakrak bir şekilde” diyebilirdiniz. Ah evet! Belki de, beni hapsetmişlerin kendilerini çok uzun müddettir buldukları bir hal olmadığı için; neşeyle dolu olmak, ya bana karşı keskince yükselen yoğun bir kıskançlıktan ve yahut bu hale duydukları özlemin yaktığı anı dondurma arzusundan ötürü, hiç vakit kaybetmeksizin varlığımı muhafaza etmek kabil olmuştur. Şimdi bu şekilde düşündüğümde neden hızlı hareket etmiş olduklarını anlayabiliyorum.
* * *
Kadın: (Heyecanla) “Pardon beyefendi, nereye gidiyorsunuz? Size yardım edebilirim!” (arkadan sarılarak)
Adam: (Dalga geçer bir şekilde) “Galiba bütün gün insanların seni maruz bıraktıkları muameleyle sözüm ona empati kurdurmadıkça vazgeçmeyeceksin. Peki, tamam. Gideceğim yeri biliyorum ve yardıma ihtiyacım yok hanımefendi. Teşekkürler.”
Kadın: (Eğlenmiş gibi) “Hahaha, işte oldu. Hem neden mümkün olmasın ki kör birinin, gözleriyle yolunu bulamayan birine destek olması. Sonuçta yol bulmanın beynin haritalama ve işaretleri anlamlandırma becerisiyle ilgisi var. Her neyse… Bugün nörobilim dersi vermeyeceğim. Çok yorucu bir gün geçirdim. Üzerine epeyce zamandır çalıştığımız App’i, ekip şefi sıfatıyla ben sundum Almanya’dan gelen ekibe.”
Adam: (ilgiyle) ”Nasıl buldun? Dün bahsettiğin noktalarda anlaşabildiniz mi?”
Kadın: (bir parça bitkin bir parça mutlu bir sesle) “Beklediğimden daha iyi bir tartışma yürüttük. Galiba bu iyi oldu. Ya sen ne yaptın bugün? İstediğin gibi kadrajlar yakalayabildin mi?”
Adam: “Pek emin değilim fakat daha fazla fotoğraf alabilmek ve açık kompozisyon yakalayabilmek için çok yürüdüm bugün. Bu emeğin karşılığı, sergi için iş görür güzellikte bir şeyler çıkarmış olabilirim. Aaa sahi! Sana ne getirdim. Kapalı kalmasındansa, seninle uçup yayılmasını isteyeceğim bir şey! Beni bugün en çok cezbeden bu oldu diyebilirim.”
Kadın: (telaşla ve sevinçle paketi açarken) “Seni tanıyorum. Cezbeden düşünüşünle bunun bir şekilde ilişkisi olmalı. Anlatsana ne oldu?”
Adam: (düşünceli) “Hani bilirsin, hepimiz sanki belirlenmiş ölçülerde kendimizi sabitleyip kabul görme telaşı içindeyiz. Gitgide uzaklaştığımızı hissediyorum, doğamız diyeceğimiz her ne varsa bize ait olanlardan. Bazen tek bir inanç, tek bir düşünce, tek bir düzen, tek bir duyunun hakimiyetiyle kurgulanmış bir akvaryumda sınırlı bir alanda dönüp duruyoruz. Tıpkı aslında uçucu olmasına rağmen birilerinin zevki uğruna bir şişeye kapatılmış olan bu koku gibi. Sonra kendimi bu düşünce girdabından sıyırıp bize baktığımda, bize sunulan ve bizden bekleneni umursamadığımızı hatırlıyorum. Başkasına göre belki yanlış, belki manasız, belki başka bir kurgunun pençesinde iyice yargılanan fikir ve tavırlarımız, kaynağını bizden almış doğal bir rotada akıp gidiyorlar adeta. İşte bu şişeyi vitrininde gördüğüm dükkanın önünde durup bunları düşündüm. Sonra kokuyu merak ettim. İçeri girip koklamak istediğimi söyledim. Tanecikleri onca farklı taneciklerin arasından süzülüp geçerek burnuma ulaştı. Bana öyle geldi ki bu kokunun da bir karakteri var. Kim bilir bize de çağrışımların açtığı yollardan anlatacak neleri var. İşte böyle düşündüm ve satın aldım.”
* * *
Tüm zerrelerimin sevinçten nasıl titrediğini tarif edebileceğimi zannetmiyorum. Şişenin kapağı açıldığında özgürce, taneciklerimi saça saça hareket etme imkanı buluyorum. Yerim sıkıştırılmış kutular, insanların bana anlamsız bakışlar fırlattığı şişeler değil ki. Yerim tüm fiziksel yapıları aşıp burundan buruna ulaşmak için yayıldığım hava. Ben, denize, güneş ışıklarına, yağmur bulutlarına, bir çocuğun saçlarına karışmalı, meyvelerin her lokmasında ciğerlere dolmalı, sevgililerin paylaştığı her şeyde mutlulukla uçuşmalıyım. Öyle ya, bir yapbozun parçaları gibi olan tüm varlıklar, ancak kendi varoluşlarının gerektirdiği gibi olduğunda bütünü mümkün kılabilirler. Her zerrenin, her canın tek bir makineden çıkmışçasına bir kalıba uygun, yaşanmışlıktan soyutlanmışçasına dümdüz, diğer hiçbir şeyden ayırt edilemeyecek denli kendine yabancı olmaya zorlanmasıyla, evrensel değerler diye ortaklaşılan meseleler nasıl bağdaştırılabilir? Hem hayat dediğimiz oluş hali, her zerre için biricik değil midir? Aksi olsaydı, her şey bir olsaydı ömür biçmek nasıl mümkün olacaktı? Ah keşke bıraksalar da her şey kendi yolunda dilediğince yürüse, kendi olarak, tüm farklılığı ve benzersizliğiyle
Toplam Okunma 0
Yorumlar
Bu yazı için henüz yorum yok.