Toplam Okunma 0

Aşağıdaki konuşma, Bahar Yavuz'un 10 Aralık 2019 tarihinde Insan Hakları Günü kapsamında Çiğli Belediyesi tarafından düzenlenen, Yerel Yönetimlerde Hak Temelli Engellilik Politikası Çalıştayı’nda yaptığı konuşmanın deşifresidir. Çalıştaydaki diğer konuşma ve atölye çalışmalarının çıktılarının daha sonra kitap halinde yayınlanacağı bilgisi edinilmiştir.

 

Bahar YAVUZ :

Merhabalar değerli Çiğli Belediyesi Başkan Yardımcımız,  değerli konuklar, değerli belediye çalışanlarımız ve sevgili sunum arkadaşlarım.

İsmim Bahar, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji mezunuyum ve üniversiteye adımımı ilk attığım günden itibaren engelli aktivistiyim diyebilirim. Daha hazırlıkta eğitim ve gençlik alanında gençlerin güçlenmesi, savunuculuk faaliyetlerinin bizzat engelli öğrencilerce yapılması, daha bir dünya mesele için çalışan Eğitimde Görme Engelliler Derneği’nin kurucu üyeliğini yaptım, Engelsiz Erişim Derneği aktivist bakışımı güçlendirici alt yapıyı oluşturdu, Engelli Kadın Derneği’nde kör bir kadın olarak çoklu ayrımcılığın gündeme gelebilmesi, güçlenebilmek adına görev üstlenmeye çalışıyorum. Alanda var olmamda  tabii ki Türkiye şartlarının ve okumuş olduğum üniversitenin etkisi de büyüktür. Kimliğim ve tecrübelerimin bana kattıklarıyla , sizlerle beraber Hak Temelli bakışı konuşmak isterim. Evvela engellilik nedir?” ”Hak temellilik nedir?” onu bir oturtmamız gerekiyor çünkü hepimiz aynı anda aynı şeyden bahsediyor olmazsak, benzer çıkarım yollarını takip edemeyiz. O yüzden önce engellilik ile ilgili biraz konuşmak istiyorum; şimdi “engellilik” dediğimiz kavram yüzyıllardır belli kimliğe sahip insanları nitelendirmek için kullanılmış bir sözcük. Evvelinde “özürlü, sakat, kusurlu” ve benzeri tabirlerle isimlendirilen bir grup var ki,aslında bütün kelimelerin anlamları o gruba karşı olan yaklaşımı gösteriyor. “Engelli” kelimesine baktığımız zaman “engel” sözcüğüyle dile gelen, o durumu kendinde taşıyan kişiyi işaret ettiğini anlayabiliyoruz ve bu “engel” dediğimiz şey, şu anki kabul ettiğimiz ve Hak Temelliliğin içinde var olan yaklaşımda “toplumsal düzenlemelerin ve sunulan hizmetlerin bazı bireyleri dışarıda bırakması nedeniyle ortaya çıkan bir durum. Peki, buraya nasıl geldik? Buraya şöyle bir yolla geldik, biz her zaman engellilik meselesini konuşurken, “hak temelli”liğe gelmeden evvel farklı modelleri dile getiriyoruz ki bugüne kadarki süreçte tarihte ve hala uygulanagelen bazı durumları anlayabilelim diye. Bunlardan belki de sıklıkla  karşılaştığımız model, “yardım temelli” dediğimiz engellileri eksik, kusurlu bireyler olarak görüp onlara acıyarak birtakım  destekler verilmesini, onlara para verilmesini, bedava hizmet sunulmasını,  onların bakıma muhtaç bireyler olarak kabul edilmesini ve sürekli olarak onların ihtiyaçlarının kendi gerçeklikleri doğrultusunda değil de, karşılarında kendilerinden daha çok bilen, daha çok muktedir olan bireyler tarafından belirlenip karşılanmasını öngören model bulunmaktadır. Biz bunu nerede  görüyoruz? Okullarda zarf dağıtılıp para toplanmasında, herhangi bir eğitim kurumunun herkesin erişimine uygun hale getirilmesi yerine engelli bireylerin belli kurum ve merkezlere gitmeye mecbur bırakılmasında, bir nevi hapsedilmesinde,  herhangi bir sosyokültürel etkinlik ortamını engellilere uygun hale getirmek yerine buralara bedava ve belli günlerde engellilerin davet edilmesinde görüyoruz. Birkaç gün işte ”3 Aralık'ta engellileri toplayalım, 16 Mayıs'ta engellileri toplayalım.” diye yapılan etkinliklerde görüyoruz. Bu yardım Temelli model engellilere, ihtiyaçlarını sorma gibi bir kaygı gütmeyen zihniyetin ürünüdür. Bu öyle bir sistem meydana getirir ki her engelli geldikçe sadece tükenip duran bir kaynakla çalışırsınız, hem de sürdürülebilir ve kendini yenilemeyen bir düzen olduğu için başka engelli bireyler geldiğinde hiçbir şey yapamaz hale gelirsiniz. Yani kabaca her gelene para dağıtırsanız, paranız bir gün biter ama birilerine nasıl para kazanacaklarını ve kendilerini idame etmeleri için ne gibi eğitimleri nasıl alacaklarını gösterirseniz ve onlara uygun eğitimleri, uygun çalışma ortamlarını sağlarsanız, para da dağıtmanıza gerek kalmaz. Bu yüzden yardım temelli modelin bir çıkışı yok ve ne kadar birilerine yalnızca sadaka vermek üzerinden bir tarz yürütüyorsanız, o kadar hem siz yoruluyorsunuz hem de ihtiyaç sahibi her kim olursa, ihtiyacı gideremiyorsunuz. Oysaki engelli insanlar her şeyden önce hakları olan bireyler oldukları için Eğitim, sağlık, istihdam, sosyal Hayata katılım, bağımsız yaşam gibi hakları var ve bu hakları temin etmek ve garanti altına almak, sürdürülebilir bir çözüm için daha makul yollar sunar. Hak temelli bakışı oturtmak için ele almamız gereken bir diğer modelimiz, medikal, tıbbi yaklaşım… Genelde insanlar olarak bir normallik algımız var ve bu normallik algımızı, güzel üretilip programlanmış bir makine örneği üzerinden düşünebilirsiniz. Çok keskin gözleri olan, çok uzun mesafeleri koşabilen, milyonlarca kokuyu hatta trilyonlarca kokuyu ayırt edebilen, her duyduğunu anlayabilen ve neyin sesi, hangi frekans olduğunu fark edebilen, bütün tatları adlandırabilen ve anlayabilen muhteşem bir varlık. Madem beş duyu var ve biz bunlardan bir tanesinin kaybının bir sıkıntı olduğunu düşünüyoruz, farz edin ki herkesin bu mükemmel beşliye sahip olmasını bekliyoruz. Gerçekte doğada olmayan bu kadar muhteşem bir varlık olmayı, veya bu kadar muhteşem olmasa bile belli standartlar çerçevesinde oluşmuş, tek tip insanların her yerde olmasını düşlüyoruz. Kim böyle standart beş duyuya sahip? Kimse sahip değil. Evet ve   herkesten beş duyunun standart çalışmasını, tüm fiziksel yapının normallik algısının ölçülerinde olmasını, anlayış, yorumlama, sosyal beceriler açısından bir kalıptan çıkmışçasına bir olmasını düşleyerek, bu standarda uymayanları eksik bireyler olarak etiketliyoruz. “Normal” olarak kodladığımız insanların ve normaller, engelliler diye ayırdığımız bir dünyanın hakikatte bir karşılığı yok. Çünkü normal bir birey toplumda yok, genele “normal” diyorsanız, genelin de normali yok. Herkes bir normal standarda uygun davranmaya çalışıyor: Örneğin, şehirde,  toplu taşıma kullanırken siz “normal”, gündelik rutininizi devam ettirirken, en basitinden ola ki bir şekilde bir gün hasta oldunuz, bebeğiniz oldu, kalabalık bir grupla gidiyorsunuz, dikkatsizliğinize denk geldi ya da hiç tanımadığınız bir yere gittiniz, bu noktada normalliğiniz bozuldu. Eğer standartlar ve normallik üzerinden bir şehir kurgusu, bir hayat kurgusu düşünürsek, o an engellenmiş oluyorsunuz, zaten o andan itibaren engelli oluyorsunuz. Dolayısıyla, “Engellilik dediğimiz kavramı üreten, toplumsal düzenlemelerdir.” bakışına böyle bir yaşanmışlığın ardından gelebiliyorsunuz. Medikal bakışın size normallikten saptığınızda söyleyeceği şey ise, sapan bir birey olarak kendinizi düzeltmeniz, kendinize bir ayarlama yaptırıp bu durumunuzdan kurtulmanız olacaktır. Medikal bakışın tezahürünü sokakta, işte, “Aa, işte ben gördüm geçenlerde, sizin de tedaviniz varmış, niye yaptırmıyorsun?” diyen herhangi bir vatandaştan, başka bir sağlık konunuzla ilgili gittiğinizde “Göz doktoruna gidiyor musunuz? Biliyorsunuz, tıp çok ilerledi” şeklinde yönlendirme yapan hekiminize kadar her kimlikten insanda farketmeniz mümkün. Aileden, toplumdan, doktordan, medyadan, arkadaşlardan bunları duydukça bakıyoruz ki kendimize “Daha iyi tedavi olup daha da iyi nasıl görebilirim? Yani konforlu bir hayattan çok normal bir hayatı nasıl sağlayabilirim?” diye sormaya başlamışız. Fakat normalleşmenin de sonu yok.  Neticede sürekli bir düzeltme, sürekli bir ayar çekme mantığı ile ilerleyen medikal model, bizi hiçbir zaman normale götürmeyecek. Çünkü hiçbir zaman bir normale ulaşamayacağız. Fakat fiziksel acılar çeken ve gerçekten fiziksel farklılıkları nedeniyle bir şekilde günlük rutininde güçlük çeken insanlar için ilaçlar, çeşitli destek teknolojilerinin sağlanması ile ilgili olarak medikal modelin olumlu anlamda desteğini gördüğümüzü de belirtmek önemli. Bir noktaya kadar medikal gelişmelerin bireylerin insan onuruna yakışır, daha rahat bir yaşam sürebilmeleri için üretiyor olması kıymetli. Bunu normalliğe ulaşmak için itici bir mekanizma olarak kullanmadıkça, sorun teşkil edecek bir durum olmayacaktır.

Kısaca paylaştığım yardım temelli ve medikal modellerin nerelerde çıkmaza girdiğini fark ettiğimizde, sürdürülebilir ve makul çözümler için hak temelli yaklaşım, bizim imdadımıza yetişiyor. Çünkü meseleye bir vicdan, bir düzeltme,  bir normalleştirme meselesi olarak bakmadığımızda, yapılacak her uygulamanın işlevselliğini ölçebilmek için onun muhataplarıyla beraber hareket etmemiz gerektiğini kavrayabiliyoruz. Burada çeşitli ihtiyaçların,  önceliklerin, farklılıkların ve kimliklerin gerçekliklerine bağlı olarak birtakım ihtimallerin varlığından haberdar oluyoruz ve buna uygun Politikalar geliştirebilmek için fırsat doğuyor. Böylece yapılan her ne ise, o insana verilen bir lütuf değil, hakikaten o insanın sahip olduğu bir hak oluyor. İnsanların, engelli bireylerin sahip olduğu haklara en temelde baktığınızda, herkesle eşit olabilme tabii ki de garanti altına alınması gerekenlerin başında geliyor. “Hiçbir farklılığı nedeniyle, hiçbir birey ayrımcılığa uğramamalı.” diyorsak, engelli bireyler de kimliklerine dair farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılmamalılar. Bu anlamda ayrımcılık dediğimiz şey illa gözle görülür bir şiddet, bariz bir nefret suçu şeklinde meydana gelmek zorunda değil. “Size uygun bir yer değil burası, özel öğretmenlerimiz yok, veliler sizi istemiyor.” diye engelli çocukları tüm çocuklarla beraber eğitim alma hakkından mahrum bırakmak, eğitimini almış bir engelliye, “Sana uygun şartlarımız yok. Zaten sen bu işi yapamazsın” diye işe almamak veya,  “Sen çalışıyormuş gibi görün, işe gelme” gibi bir yaklaşımla gerekli düzenlemeleri yapmaktan kaçmak, katılmak istediğiniz bir faaliyet veya kurs için, “Size uygun bir hizmetimiz yok. Çalışmalarımız sürmekte, bir hizmetimiz olana kadar bekleyin ya da engellilere özel yerler var, oralara gidin.” cevabını almak, “Engelliler için plates dersi”, “Engelliler için müzik etkinlikleri”, “Engelliler için dans kursları” vb. başlıkları taşıyan hizmetler üretmek, ayrımcılığın farklı yüzleridir. Ben eğer gitmek istediğim bir tiyatroya gerek fiziksel gerek içerik bakımından bir şekilde erişemiyorsam, mekan rahat ulaşmam, hareket etmem için uygun değilse, işaret dili çevirisi, sesli betimleme yoksa bir bakıma ayrımcılığa uğramış oluyorum. Benim için ayrı bir tiyatro etkinliği yapmanıza gerek yok. Zaten bu tarz etkinlikler engelli bireylerin gelir düzeylerine bakmaksızın bedava ve reklam amaçlı şeyler olduğu için sadaka oluyor. Dolayısıyla da ayrımcılık meselesini ve herkese eşit davranma meselesini en başa koymamız gerekiyor ve bunu sağlayabilmek için de “erişilebilirlik” dediğimiz bir durumun var olması gerekiyor. Nedir erişilebilirlik? Bir birey olarak sahip olduğumuz durumla beraber, eğer ihtiyacımız olan istediğimiz bir yere, bir hizmete, bir sisteme ulaşırken zorluk çekmiyorsak, bizim ihtiyaçlarımızı uygun bir şekilde düzenlenmiş ise, o zaman erişilebilir oluyor. Bu erişilebilirlik herkes için sağlanmışsa, bu herkes için tasarımın, evrensel tasarımın gözetildiği anlamına geliyor. Erişilebilir olan her şey, yollar, kurumlar, hizmetler, etkinlikler, eğitimler, iş ortamları bizi ayrımcılık denen şeyden uzaklaştırıyor ve eşitliği, gerçek anlamda sağlayabilmek için uygun ortamı yaratıyor. Aynı zamanda erişilebilirlik ile birlikte kapsayıcı da oluyor bu ortamlar, bu hizmetler, bu modeller… Girdiğimiz zaman kendimizi oraya ait hissediyoruz,  kapsayıcılık en önemli meselelerden bir tanesi.

2007 yılının Aralık ayının 13’üncü günü, Birleşmiş Milletler'de Engelli Bireylerin Haklarına İlişkin Sözleşme imzalandı. Bu sözleşme Engelli bireylerin kurduğu bir komisyon tarafından hazırlanan ve baktığınızda bütün sözleşmeler içerisinde en  ilerici ve hakları odak alan bir sözleşme. Biz 2008’de bu sözleşmeyi imzalayıp 2009'da taraf olduk, bu sözleşmeye dair hiçbir çekince koymadık. Çünkü herhalde düşünüldü ki biz Engelli Hakları Sözleşmesi’nde yer alan erişilebilirlik de dahil tüm ilkeleri kabul ediyoruz ve gözeteceğiz. İşte eşitlik, cinsiyet temelli eşitlik, Engelli bireylerin insan onuruna yakışır bir şekilde muamele görmesi ve yaşam alanları ile ilgili olarak hak, karar sahibi olmaları kapsayıcılık, erişilebilirlik… Bütün bunların var olduğu ve bütün bunlar üzerinden hakların tanımlandığı bir sözleşme bahsini ettiğimiz ve bu sözleşme ile beraber aslında biz ilk defa Engelli bireylerin ikincil vatandaşlar, ikincil insanlar değil de, bizzat hakkın sahibi yani yaşam hakkından tutun da ulaşım hakkına, bağımsız yaşamdan herkes gibi aile kurma ve üreme hakkına sahip  bireyler olduğunu onaylamış olduk. Burada örneğin bağımsız yaşam hakkı derken, herhangi bir şey yaparken kimseden izin almamız gerekmediği, aksine bize bir şekilde destek oluyor dahi olsalar, bizim sahibimiz olmayan insanların bir şey yapmadan evvel bizden izin almaları gerektiğini, tümüyle eksik bireyler olmaktan çok farklı olan, topluma etkin katılması ve katılımının devlet eliyle desteklenmesi gereken bireyler olduğumuz kabul edilmiş oldu. Hem dünyada hem de 2008 itibariyle Türkiye için… Dolayısıyla, bütün düzenlemeler ve bütün uygulamalar artık ne engellilerin bedava bir yerlere girmesi ya da engellilerin engelleri yardım dağıtılması üzerinden ne de düzeltilmesi gereken varlıklar oldukları üzerinden gidecek, bundan sonra her şey Engelli bireylerin hak sahibi bireyler olduğu gerçeğini ele alarak onların haklarına yönelik yapılacak bütün uygulamaları, düzenlemelerin aynı zamanda onların içinde yer aldığı mekanizmalar eli ile sürdürülmesi, üretilmesi ve desteklenmesi şeklinde olacak demiş oluyoruz aslında kağıt üstünde. Şimdi bunu ne kadar uygulayabiliyoruz ve bununla ilgili neler yapılabilir, onu hep beraber tartışıyor olacağız. Ama şunda net olmamız gerekiyor ki bundan sonra konuşuyor ve tartışıyor olduğumuz hiçbir hizmet ve uygulama engelli bireylerin hakları, ihtiyaçları gözetilmeksizin sadece birilerinin vicdanı rahat etsin diye yapılmayacak, hangi engel grubu ve hangi birey olursa olsun fark gözetmeksizin kapsayıcı olacak. Çünkü ben körsem, benim yaşadığım körlük, dünyadaki tek körlük değil. Farklı kör bireylerin farklı ihtiyaçları ve önemsedikleri şeyler var, onların da gözetilmesi gerekiyor ve politikaların buna göre belirlenmesi gerekiyor. O yüzden “Evet, ben bir tane kör buldum, onunla konuştum, o zaman bu hizmet böyle alınmalı.” yerine, alternatiflerin de bilindiği ve esnek bir şekilde planlandığı bir uygulama dizisi hayal edebilirsiniz. Bir harita olarak aslında keskin çizgileri olan bir resim gibi değil de daha yumuşak, yuvarlak hatları olan ve üzerinde istediğinizde ve ihtiyaç doğrultusunda oynamaların yapılabildiği bir hayat sanki, o kadar siyah beyaz olmayan, her şeyin net bir şekilde belirlenmediği, yeni kimlikler ve ihtiyaçlar doğdukça revize edilebilen bir politika, bir yaşam düşünebiliriz. Bunun için de ele almamız gereken en önemli şeyin başta da söylediğim gibi engelli bireylere dair söz söyleyenlerin, Engelli bireylerin haklarına  dair savunuculuk yapanların,  bizzat engelli olan  bireyler tarafından gerçekleştirilmesi, söylenmesi ve önemsenmesi gerekiyor. Bunun için de buranın ne kadar erişilebilir olduğu yani şu an bu söz söylediğimiz ortam olan burasının her türlü engelli bireyin erişimine uygun olup olmadığı, en en birincil meselemiz olabilir. Bu yalnızca burası değil, engelliliğin ve politikaların tartışıldığı her ortam için geçerli bir kriter. Bugün burada görme engelli, tekerlekli sandalye kullanıcısı, işitme engelli, CP’li, otizmli, psikososyal engel gruplarından olan insanlar var  ise ve kendilerinde söz hakkı tanındığını hissediyorlarsa işte burası erişilebilir bir ortam   demektir. O zaman burada biz engellilik politikasını hak temelli bir bakış açısıyla ele alabilecek şartları sağlamış oluyoruz.  Bu yüzden de engellilik bağlamında politika tartışmak hak temelli çerçeveye oturtulduğunda, 10 Aralık, bir araya gelmek için oldukça isabetli bir tarih. Diğer bütün çalıştay ve toplantılar engellilik için belirlenmiş günlere koyulurken, bugün burada 10 Aralık’ta bunu konuşmaktan dolayı mutluluk duyuyorum ve bu tarihin belirlenmesinde emeği olan herkese çok teşekkür ediyorum.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.