Toplam Okunma 0

Sayı 35, Ocak 2017

 

Yeni yıla geçmişin sürükledikleriyle, ölümlerle girerken kendime, her gidenin yaşayacağı mutlu anlar hatırına yaşamak, üretmek, yazmak gerekliliğini hatırlatarak bu ay küçük bir perspektif katkısı yapmak istediğim bir konuyu paylaşacağım sizlerle. Freud’dan sonra nesne ilişkilerine evrilen kısımdan psikanaliz kuramına yeni bir perspektif kazandıran Fransız ekolünden Jacques Lacan’ın kavramsallaştırması ışığından engellilik tutumlarından birini irdelemek üzere bilgisayar başına geçiyorum.

Lacan kuramını şekillendirirken, doğumdan ölüme, hayatın her aşamasında bizi etkileyen, düşüncelerin aktarıldığı, davranışların iletildiği dil olgusu üzerinden gitmeyi tercih etmiştir. Aslında edindiğimiz, kendimizi halkalarına eklemlediğimiz dille süregelen düzenin aktarımına da bir nevi katkıda bulunuruz. Kendimizi, dille varlığını kabul ederek sembolik dünyasına girdiğimiz Öteki üzerinden tanımlarız.  Lacan’da bu durum aynada kendi yansımamızı Öteki’nden ayırdığımız, kendimizi fark ettiğimiz anda başlar. Dille meydana getirilen sembolik dünyada varlık göstermemiz, aslında Öteki’nin arzusu olan birtakım şeyleri kendi arzumuzmuş gibi alıp peşinde koşmamız, gerçekleştirmeye çalışmamızla sürer gider.

Lacan’la ilgili okumalarımı sürdürürken bir özel eğitimcinin kendi öğrencisi üzerinden Lacan kuramının katkısıyla yazdığı bir makalesine ulaştım. Burada öğrenme güçlüğü çeken Michael’ın teşhis sonrası anti sosyal davranışlar göstermeye çalıştığı, yemek bile yemeyi reddettiği belirtilerini paylaşıyordu. Çünkü artık tescilli bir “normal” olmayışından ötürü Michael, koşup oynarken, ders çalışırken herkes gibi değerlendirilemeyecekti. Zira akademik başarısızlığı onun etiketlenmesine neden olmuştu. Öteki ondan artık bir sakat gibi davranmasını, herkesten ayrı bir yaşam sürerek bir nevi yabancılaşmasını bekliyordu. O da Öteki’nin arzusuna göre davranarak kendini arkadaşlarından soyutluyor, yalnızlaşmasını perçinleyecek davranışlarda bulunuyordu. Bu analizi yapan kişi sonrasında Michael’e verdiği destekle onun tekrar sosyal hayata katılımı ve normal yemek yeme düzenine kavuşmasını gözlemliyordu. Psikolojik destekli özel eğitimin ne kadar önemli olduğunu vurguladığı bu yazısıyla bizim için de bir gerekliliğe değiniyordu aslında. (yazıya ulaşmak isterseniz: http://lacan.org/ahmari)

Toplumun engelli yüzdesini oluşturan bireyler olarak neyi yapmamız gerektiğine, neyi yapmak istediğimize, neyi yapabileceğimize inandığımıza bir bakma fırsatı bulursak eğer, çoğunlukla bizi yetiştiren, bu toplumda bir statü kazandıran kurum ya da insanların gölgelerini görürüz. İçine doğduğumuz ailenin, öğretmenlerimizin, sevdiklerimizin, ait hissettiğimiz toplumun, ideolojinin, her birinin kendine aidiyet hisseden birilerine, burada özne olarak bize yükledikleri bir arzu vardır. Onların bizde görmek istedikleri şeyi, kimi zaman öyle içselleştiririz ki “bizim” olurlar. Bazen de tüm bu bileşenlerin mutlak bir uyum içinde olmayışını deneyimleriz, bu da duygusal olarak dengemizi alt üst etmeye yeter. Bir takım stratejilerle, gerekirse her birine farklı tutumlar sunarak bu rahatsızlığı üstümüzden atmaya çabalarız. Bu noktada kimsenin bir itirazının olacağını sanmıyorum, gelecek inkâr, psikanalize dayanırsak, bastırma mekanizmalarının çalışmasından ileri gelecektir.

Bir kör olarak örneğin, kendi açımdan ertelemek, değiştirmek mecburiyetinde kaldığım hayallerimi düşünüyorum. Mutlaka sizin de olmuştur, söylemeye bile çekindiğiniz, alacağınız tepkilerden ötürü kendinize güvenemediğiniz hayalleriniz. En küçük yaştan itibaren bizden beklenen davranış kalıplarını öyle benimsiyoruz ki hangisi gerçekten bize ait, hangisi sadece Öteki’nin arzusu ayırt etmek güçleşiyor. Sonra bir gün kendimizi “bir kör asla şunu yapamaz” derken buluveriyoruz. Kaçımız bunu söylerken kendimize dürüstçe “Bu benim kendi inancım mı, yoksa toplumun ve bileşenlerinin bana dayattığı Öteki’nin arzusu (ilüzyon) mu?” diye sormaya cesaret edebiliyor? Doktorluk, mühendislik gibi meslekleri yapabilmek, uçak, araba gibi araçları kullanabilmek, resim, heykel gibi sanatlarla uğraşabilmek, görselliğin hayatın merkezi olmayıp alternatif yöntemlerle her konunun anlatılabileceğini, her disipline erişilebilineceğini benimsemek  kulağa deli saçması  gibi geldiğinde, bu fikre kapılanın kimin perspektifinden baktığını, “arzu”nun yani kimin arzusu olduğunu hiç merak edip irdeliyor muyuz?

Kendimize, hayatımıza, engelliliğe dair çıkarımlar yaparken, yargılarda bulunurken gözlemler yapıp kendimize soralım. Bakalım Bizi katman katman biz haline getiren, Öteki ve kendimize ait kısımları keşfetmeye başlayabilecek miyiz?


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.