Bu yazımda, Özgecan vahşetinin bana düşündürüp, duyumsattıklarını paylaşmak istiyorum. Bu olayın sızısını iliklerine dek duyumsamayı sürdürenlerin acılarını tazeleme pahasına, bilmeyenlerin de olabileceğini düşünerek, anımsatmam gerekiyor. Vikipedi’de konu ile ilgili bulduğum bilgileri özetleyerek alıyorum:
19 yaşında, Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1. sınıf öğrencisi olan Özgecan Aslan, 11 Şubat 2015 tarihinde okuldan çıktıktan sonra, ikamet ettiği Mersin'e gitmek için şehirlerarası sefer yapan minibüse bindi.
Özgecan'ın arkadaşlarının iddiasına göre minibüslere binmek her zaman zordu. Yolculuk sırasında aynalardan bakan şoförler ve yolcular tarafından sürekli izlenmeleri bu yolu kullanmak zorunda olan öğrenciler arasında korku yaratıyordu.
Minibüse bindikten sonra kendisinden haber alınamayınca ailesi tarafından polise kayıp olduğu yönünde dilekçe verildi. Kısa sürede yakalanan sanıkların ifadesine göre, sürücünün güzergâhını değiştirmesinden ‘kaçırılıp başına kötü bir şey geleceğini’ anlayan ve tepki gösteren Özgecan, sürücüyle tartıştı. Tecavüz girişiminde bulunan sürücü Suphi Altındöken'e Özgecan biber gazı kullanarak engel olmaya çalıştı. Ancak bunun ardından Suphi Altındöken tarafından birkaç kez bıçaklandı ve demir çubukla öldüresiye dövüldü.
Tarsus'a geri dönen sanık, olayı babasına ve bir arkadaşına anlattı ve yardım istedi. Üç kişi olay yerine döndüler ve Özgecan Aslan'ın cesedini ormanda ateşe verdiler. Özgecan'ın direndiği sırada sanık Suphi Altındöken'in yüzüne tırnaklarını geçirmesi nedeniyle bu üç kişi Özgecan'ın ellerini keserek, olası bir DNA tespitinde bir eşleşmenin önüne geçmek istediler. Özgecan'ın cesedi yüzünün ve vücudunun bir bölümü yanmış halde bulundu. Ceset yandığı için kimlik tespiti genç kızın kıyafetleri üzerinden yapılabildi.
Türk hukuk sistemine göre davanın başlayabilmesi için şüpheliyi savunacak bir avukat olması gerekiyor. Ancak, Mersin Barosu'nun 1.600 avukatı "böyle bir caninin yanında olmak istemediklerini" beyan etti ve baro da davaya avukat vermeyi reddetti.
Sorgulama aşamasında yer alan iki avukattan birisi şüphelilerin akrabası, diğeri de olayın iç yüzünü öğrendikten sonra desteğini çeken bir avukat olunca şüpheliler mahkemeye gönderilemedi. Bu olayı tanımlamak için vahşet sözü hafif kalıyor ancak, daha iyi bir ad bulamıyorum ne yazık ki.
Aslında her toplumda zaman zaman bazı sağlıksız bireyler tarafından bu tür suçların işlendiğini biliyoruz. Bu olayın da o kategoride değerlendirilmesi gerektiğini savunanlar olacaktır. Ancak ben o görüşe katılmayanlardanım.
Öncelikle, bu vahşet sağlıksız bireyler tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile, bu durum hiç kimse için hafifletici neden veya sorumluluktan kaçma yolu olarak görülmemelidir. Kamu kurumlarının ve görevlilerinin bu konuda sorumlulukları vardır ve bu sorumluluklar arasında en önemlisi, bizi her türlü riskten koruyacak tüm önlemleri almaktır.
Birkaç bireyin sağlıksız beyinlere sahip olması onlara suç işleme özgürlüğü ve cesareti vermemeli. O bireylerin iyileştirilmesi ve sağlıklı kişiler olarak topluma kazandırılması ne kadar gerekli ise, toplumun geri kalanının bu kişilerin yol açtığı tehlikelerden korunması ve tam bir güven içinde yaşamını sürdürebilmesi de o kadar gereklidir.
Aslına bakarsanız, bence bu ve benzer olaylar, toplumsal yapımızda oluşmaya başlayan hastalıklı bir durumun göstergesidir.
Bir araştırmaya göre, 2003 – 2009 yılları arasını kapsayan 7 yıllık sürede, sadece kadın öldürme olaylarında 00 oranında artış gözlenmiştir. Buna yaralama, dövme, tecavüz gibi ölümle sonuçlanmayan olaylar dâhil değil. Yine bu araştırmada çocuklara, yaşlılara, sakatlara ve hayvanlara uygulanan şiddet yer almıyor. Tüm bunların yer aldığı ve 7 yıllık değil, son 12 yıllık dönemi kapsayan bir başka araştırma bulamadım ama bu artışın söz konusu alanlarda ve yıllarda benzer oranlarda sürdüğünü gösteren birçok belirti var. Örneğin, biz Özgecan vahşetinin şokunu atlatamadan, başka bölgelerimizden benzer haberler gelmeye devam etti. kadincinayetlerinidurduracagiz.net sitesinden aldığım bilgiye göre, geçtiğimiz şubat ayında 16 kadın öldürülmüş. Bunlardan Özgecan vahşetinden sonra olanları sıralıyorum:
14.02.2015 tarihinde, Diyarbakır'da 28 yaşındaki Meryem Yılmaz, kocası tarafından, tartışma nedeniyle bıçaklanarak öldürüldü.
16.02.2015 tarihinde, İstanbul'da 42 yaşındaki Kübra Kart, kocası tarafından, bilinmeyen bir nedenle, bıçaklanarak öldürüldü.
18.02.2015 tarihinde, Antalya'da 23 yaşındaki Hüsne Aslan, erkek arkadaşı tarafından, tartışma sonucu, araba ile üzerinden geçmek yoluyla öldürüldü.
22.02.2015 tarihinde, Kahramanmaraş'ta 28 yaşındaki Mehtap Özcan, kocası tarafından, tartışma nedeniyle, bıçaklanarak öldürüldü.
22.02.2015 tarihinde, Denizli'de 36 yaşındaki Nuriye Saçı, imam nikâhlı kocası tarafından, ev tapusı tartışması yüzünden, bıçaklanarak öldürüldü.
24.02.2015 tarihinde, Kırıkkale'de 32 yaşındaki Sabiha Teskiricioğlu, üvey oğlu tarafından, maddi sıkıntı tartışması sebebiyle, bıçaklanarak öldürüldü.
Tüm bunlar aslında sorunun bireysel veya tek tük karşılaşılan olaylardan oluşmadığını, toplumsal bir şiddet sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bence bu sorunun nedenini araştırmak için en kısa zamanda harekete geçilmeli ve gerekli önlemler alınarak bu salgının önlenmesi sağlanmalı.
Ne yazık ki, şu ana dek bu konuda ciddî bir girişimle karşılaşmadım. Tam tersine, bu tür önlemlere kafa yorması gereken bazı kişilerin neredeyse vahşi katilleri savunmak ister gibi konuşmalar yaptıklarına tanık oluyoruz. Biri çıkıp “O da mini etek giyip erkekleri tahrik etmeseymiş” diyebiliyor örneğin. Şubat ayı içinde farklı gazetelerde, bu konuda çeşitli kişilerin kurdukları ilginç tümceleri ve sergilenen tuhaf davranışları liste halinde sunan köşe yazıları okuduk. Bu söz ve davranışlar bu tür vahşetleri önlemeye değil, cesaretlendirmeye yaramaktadır. Bunların bir başka işlevi de, şiddete ve saldırıya uğrama olasılığı yüksek olan insanların korkutulmaları ve böylece, ya evlerine kapanarak toplumsal yaşamdan dışlanmaları, ya da belli inançların gerektirdiği kurallara inanmasalar da uymak zorunda bırakılmalarıdır. Bence bu bilinçli olarak uygulanan bir yöntemdir. Bu yöntemin asıl amacı, günümüz yöneticilerinin çağ dışı bir sistemi yerleştirme çabalarına uygun olarak, özellikle kadını eve kapatan, etkisizleştiren, tek tipleştiren bir anlayışı yaygınlaştırmaktır. Bize düşen, Özgecan vahşetinde olduğu gibi, hatta çok daha sert ve kararlı tepkiler göstererek, bu planları yapanların amaçlarına ulaşmalarını engellemektir.
Yalnız, yazımın sonunda şunu da dile getirmeden yapamıyorum. Ülkemizde 1999 yılında bir olay nedeniyle bir politik parti neredeyse yoktan var edilerek iki partinin daha desteği ile yönetime getirildi. Bu üç parti, 2002 yılında bu kez parasal bunalım nedeniyle yönetimden uzaklaştırıldı ve bunlardan ikisi politika sahnesinden silindi.
Yani, 3,5 yılda iki kez sarsıcı biçimde yönetim değişikliği yaşandı. Bunlardan birincisinin nedeni terör ile ilgiliydi ama ikincisinin nedeni cebimizdeki paranın eksilmesiydi. Son 12 yılda yaşananlara bakarsak, terör ile ilgili konuda artık teröristlerle pazarlık etme noktasına geldiğimizi, parasal konuda ise, cebimizdeki paranın eksilmesini bırakın, “sıfırla” komutuyla bir yerlere depolandığını şaşkınlıkla izledik. Daha birçok farklı olumsuzlukla bu yönetim sürecinde tanıştık. 2013 Haziran ayında yaşanan olaylar tüm bunlara karşı oluşan tepkinin patlaması olarak değerlendirildi. Açıkçası ben de öyle düşünüyordum ama şimdi kafam biraz karışık.
Haziran olaylarının fitilini, Gezi Parkı’nın yok edilmesi girişimi ateşlemişti. Gezi Parkı kuşkusuz önemli bir değerdir ve böyle bir kitlesel eylemler dizisine başlangıç oluşturmayı hak etmiştir. Ama Özgecan’ımızın yakılması bundan daha değerli değil midir? Cebimizdeki para eksildi diye 3,5 yılda yönetimi alaşağı edebiliyorsak, tüm bu olaylar aynı şeyi bir kez daha yapmak için yeterli değil mi sizce? Bence son 12 yılda olup bitenlerin hepsini bir kalemde silsek bile, Özgecan vahşeti gibi olaylarla bizi bastırmaya çalışmaları tek başına bunun için yeterlidir. Buna zorunluyuz.
Kimse benim Özgecan’ımı acıtamaz.