Toplam Okunma 0

Merhaba,

10 – 16 Mayıs sakatlar haftasını henüz geride bıraktığımız şu günlerde, ülkemizdeki kör örgütlerinin durumundan ve körlerin bu örgütlere nasıl yaklaştığından söz açmak istiyorum.

Dünyada ve ülkemizde kör örgütleri iki ana başlık altında incelenebiliyor. Birincisi “körler için” kurulan ve körlere yardım etmeyi amaçlayan (for the blind) örgütler, ikincisi ise körler tarafından kurulan, körlerin sorunlarını dile getirip, bu sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik çözümler öneren ve gerek kamu, gerekse özel kuruluşlara bu önerilerin uygulanması için baskı yapmayı amaçlayan (of the blind) örgütler. İkinci gruptakilere, demokratik kitle örgütü nitelemesini de rahatlıkla yapabiliriz.

Ülkemizde 1950 yılından buyana her iki gruptan da dernek ya da vakıf biçiminde çalışmalarını sürdüren kör örgütlerine rastlıyoruz. Bunlardan bazıları önce birinci grupta yer alırken, zaman içinde bilinçli kör üyelerin etkinliğinin artması ve söz ve karar sahibi duruma gelmeleriyle ikinci grup örgütlere dönüştüler. Ancak, ülkemizde son 20 yıl içinde, kör örgütlerinin yapılarında ve çalışma biçimlerinde ciddi değişimler gözlendi. Özellikle ikinci gruptaki, körler tarafından kurulan örgütler, artık demokratik kitle örgütü yapısından uzaklaşıp, STK (sivil toplum kuruluşu) oldular.

Böylece, birinci ve ikinci grup ayrımı da büyük ölçüde yok oldu. Şimdi hemen tüm kör örgütleri, uluslararası kuruluşların, yabancı devletlerin veya büyük firmaların oluşturduğu fonlardan para kapma yarışında. Bu amaçla sürekli bir takım projeler yazıp körler için bir şeyler yapıyor görünerek bütçelerini garantiye almaya çalışıyorlar.

Eskiden kör dernekleri, üyelerinin ve halkın desteğiyle çalışmalarını sürdürürdü. Bu yüzden, büyük projelere giremez, bu tür çalışmaları kamu veya özel kuruluşlardan talep ederlerdi. Bunu yapabilmek için de, sık sık üyeleri ile birlikte veya onlar adına çeşitli eylemler yaparlardı. Tabii, bu işler kolay değildi ve çok az mesafe alınabiliyordu. Ama elde edilen her kazanım bu derneklerin isteklerine yakın sonuçlar veriyordu. Örneğin, iş yerlerinde belli oranda sakat işçi çalıştırılması için yasal düzenleme yapılması.

Şimdi ise dernekler, yapmak istedikleri çalışmaları projelendirip, fon dağıtan kuruluşlara gönderiyorlar. Kuruluşlar bu projeleri uygun bulurlarsa, parasını belli kurallar içinde ödemeyi üstlenip, projeyi doğrudan proje sahibi derneklerin yürütmesini istiyorlar.

İlk bakışta bu yöntem daha doğru ve bizim istediğimiz gibi. Ama uygulamada pek öyle olmuyor. Artık kör dernekleri körlerin haklarını geliştirici ya da olanaklarını artırıcı çalışmalar yerine, daha dikkat çekici, kabul edilme olasılığı yüksek ama uzun erimde pek yararlı olmayan projeler yazıyorlar. Örneğin, meslek ve beceri kazandırma kursları. Bu kurslar sadece kursiyerlerin bir kısmının meslek ve beceri kazanmasını sağlayabiliyor ama tüm körleri etkileyecek bir sonuç ortaya koymuyor. Yine de dernekler daha çok bu tür kurslara yöneliyorlar, çünkü hem bütçeleri, hem de kabul edilme olasılıkları daha büyük. Böylece bu tür fonlardan gelen onca para körlerin hiçbir yarasına merhem olamıyor.

Körler ne diyor?

Körlerin büyük bölümü aslında bu derneklerin ne işe yaradıkları ya da ne işe yaramaları gerektiği konusunda net görüşlere sahip değil.

Eskiden beri körlere yardım toplama derneklerinin topladığı yardımlardan yararlanmak için bu derneklere üye olan körler, şimdi projelerden gelen desteklerden de yararlanabilmek için bu derneklerde yer alıyorlar. Ancak, körlerin büyük bölümü bu derneklerin yönetiminde yer alma, ya da yönetimin verdiği görevleri yapma konusunda isteksiz davranıyorlar. İstekli gibi görünen bazı körler de, farklı kişisel beklentilerini karşılama peşinde.

Geçen sayıda yer alan, Pilli Gözlük başlıklı yazımda, Kocaeli Körler Derneği’ndeki bazı çalışmaları anlatmıştım. Bizi o derneği kurmaya zorlayan nedenlerin tamamını söz konusu yazıda belirtememiştim. Ülkemizdeki kör derneklerin nasıl çalıştığı ve körlerin bu çalışmaları nasıl değerlendirdikleri konusunda fikir vermek için, bu süreci kısaca anlatmak istiyorum:

1992 yılında, bir kör derneğinin Kocaeli şube başkanlığını üstlendim. Yönetim kurulundaki diğer arkadaşlarımla birlikte altı ay gibi bir sürede çok güzel ve yaratıcı çalışmaların ilk adımlarını attık, bazılarında başarılı sonuçlar da almaya başladık. Hemen hemen hiç parası olmayan derneği altı ay içinde kasası dolu, üyelerinin büyük bölümü mutlu bir örgüt haline getirdik. Ancak, dernek yönetiminde yeterince deneyimli olmadığımız için, bazı küçük yanlışlar da yaptık. Derneğin eski yöneticileri, bu yanlışlarımızı çok ustaca kullanarak olağan üstü genel kurul toplayıp, bizi düşürmeyi başardılar. Bu duruma neden olan en büyük yanlışımız, yönetim kurulu üyelerimizden birinin dernek sekreterine âşık olmasıydı. Böyle bir nedenle seçimi kaybetmiş olmanın kırgınlığına karşın, başlattığımız çalışmaların sürdürülmesi için yeni yönetimle birlikte çalışma önerisinde bulunduk. Ancak, yönetim bu çalışmaların bir tanesine bile destek olmadı ve hepsini durdurdu. Daha sonra yapılan olağan genel kurula, oldukça iyi hazırlanmış, tüm ayrıntıları düşünülmüş bir çalışma programı ve deneyimli bir ekiple girdik. 11 sayfalık bir çalışma programımız vardı. Karşımızdakilerin ise, bir tek satırlık hazırlığı yoktu ve… seçimlerde toplam 11 oy aldık. (sayfa başına bir oy.)

Bundan sonra yönetimle aramızda gittikçe artan bir gerginlik oluştu ve sonunda istifa noktasına geldik. Kocaeli Körler Derneği süreci bu noktadan sonra başlamış oldu.

Geçen yazımda, Kocaeli Körler Derneği’nin kapatılmasından da söz etmiştim. Bu kapatma kararının arkasında da eski derneğimizin yöneticilerinin bulunduğunu kısa süre içinde anladık. Bu arada, söz konusu kapatma kararına karşı açtığımız davayı kazandığımızı da belirteyim.

Aslında buna benzer durumları yalnızca kör dernekleri alanında değil, tüm örgütlenme alanlarında yaşıyoruz. Hatta iş yerlerindeki kariyer savaşları, politik partilerin iç çekişmeleri… İncelendiğinde buna benzer öyküler bolca karşımıza çıkıyor. Bu yüzden, adını bir türlü anımsayamadığım eski bir aydınımızın “memleketin hâli gibi hâlimiz” sözünü anımsayıp, ona göre bir çıkış yolu bulmalıyız diye düşünüyorum.

Usta ozanımız ve düşünürümüz Nazım Hikmet’in şu şiirini de not etmeden geçmeyeyim:

Oğlumuz hasta

Babası hapiste

Senin yorgun ellerinde ağır başın

Dünyanın hâli gibi hâlimiz

İnsanlar daha güzel günlere insanları taşır

Oğlumuz iyileşir

Çıkar babası hapisten

Güler senin altın gözlerinin içi

Dünyanın hâli gibi hâlimiz....

Bu şiirde verilen umutlu olma mesajı doğrultusunda düşünürsek, madem hâlimiz dünyanın hâli gibi ve madem biz bu hâlden mutlu değiliz, o halde dünyanın hâlini değiştirecek bir formül olmalı.

Sizce nedir bu formül?

Haziranda görüşmek üzere hoşça kalın.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.