Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


Üzerine binen ağırlıkla biraz daha sindi atıldığı köşede. Saatlerdir böyleydi işte. Üzerine farklı farklı kokan çeşitli cisimler atılıyordu. Baş döndürücü kalabalığın arasında tiksintiyle bakıp geçilen bir yığıntının arasında duruyordu öylece. Ara sıra gelip üzerine balgam fırlatanlar, öfkeden ve çaresizlikten bir tekme savurup gidenler, midesindeki boşluğu dolduracak bir şeyler arayanlar, ziyaret ediyordu içinde bulunduğu tepeciği. Buz kesen havanın kesici salvolarından bir nebze korunmaya çalışanlar, içlerinden çekip çıkardıklarıyla ateşler yakardı yanı başında… Devamını Oku...


Üzerine binen ağırlıkla biraz daha sindi atıldığı köşede. Saatlerdir böyleydi işte. Üzerine farklı farklı kokan çeşitli cisimler atılıyordu. Baş döndürücü kalabalığın arasında tiksintiyle bakıp geçilen bir yığıntının arasında duruyordu öylece. Ara sıra gelip üzerine balgam fırlatanlar, öfkeden ve çaresizlikten bir tekme savurup gidenler, midesindeki boşluğu dolduracak bir şeyler arayanlar, ziyaret ediyordu içinde bulunduğu tepeciği. Buz kesen havanın kesici salvolarından bir nebze korunmaya çalışanlar, içlerinden çekip çıkardıklarıyla ateşler yakardı yanı başında… Devamını Oku...


Dışarıda sımsıcak bir güneş. Aşka ve kavgaya çağıran türden. Sonbahara karşı giriştiği başkaldırının kısa sürecek zaferini kutluyor. Ve kuş cıvıltıları. Hani şu insanın aklına özgürlük fikrini aşılayan hınzır cıvıltılar. Oysa onların kimseye fikir vermek gibi bir derdi yok. Çiftleşme güdüsünün baş döndürücülüğüyle avazları çıktığı kadar kur yapıyorlar birbirlerine. Doğa böyle cıvıl cıvıl kaynarken evde durmak şu güneşe haksızlıktır diyerek curcunanın içerisine bırakıyorum kendimi. Aylarca evde kalmış olmanın tortusunu atmak için iki dostumla buluşuyorum.Devamını Oku...


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


Ansızın bir fırtına kopuyor. Taş gibi çarpıyor her yere. Yeryüzündeki bütün tozları toplayıp savuruyor evlerin, villaların insanların üzerine. Tek bir fiskeyle savrulup atılan tozlar, bir arada gücünü birleştirenin savrulan değil savuran olacağını canlı canlı öğretiyor. Tozlar kendi manifestolarını yazarken, kıvrak zekasına toz kondurmayan insan düştüğü şaşkınlık içerisinden doğrulmaya çalışıyor. Kimse okuyamıyor tozların manifestosunu. Okusa da anlayamıyor. İlk şok atlatılınca yorumlar başlıyor.


Elimi uzattığım yerde taş gibi bir kuruluk. Hissiz, soğuk yaşam belirtisi görünmeyen bir kuruluk. Okşuyorum kuruluğu. Kuraklıklar içerisinden damıttığım bir tutam yaşam sevincini, bir şişe suyla gönderiyorum köklerine. Kuruluk çoğalıyor. Dilime ve kulaklarıma yayılıyor. Kulaklarım her gün neşeyle içimi titreten seslerden birisini algılamıyor. Yıllardır bana yoldaşlık eden ve tüy mevsimine girdiği için halsizleşen kanaryama can yoldaşı olsun diye edindiğim kuş, kafesinde cansız yatıyor. İçim eziliyor.


Yapmam gereken ve yapmak istediğim çok şey var. Oysa haftalardır günler nasıl bir boş sayfa gibi kıvrılıp atılırın güzide örneklerini veriyorum. Yaşanan her şey beni biraz daha yoruyor ve kendime gömülüyorum. Dilimde o eski nakarat “Bugünüm harap oldu dünden iyi midir ki” Evet belki de bütün insanlığın durumunu en güzel özetleyen dizeler. Bir tutam huzur arıyorum, bir nefeslik hava.  Bir de delice öğrenme isteği. Bu ihtiyacı en çok ben hissediyorum sanırım. Çünkü herkesin her konuda söz söyleyecek “donanımda” olduğu bir çağda yaşıyoruz.


Temmuz yanıyor içimde. Hiç korlanmamış bir ateş sürekli yenilenerek büyüyor. Her temmuz böyle alev alır içim. Kendimi aradığım yerde kavrulurum. Yapışır elim tellere belki hiç bulamayacağım bir tınının hasretiyle. Ararım Hasret’i tellerde. Bağlamamın karakteri olan Hasret’i. Ararım bitmeyen bir umutla. Sonra beni hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oyarlar. Makasın her deviniminde kendimi bulurum. Sarılırım bir köy okulunun bahçesinde kavaklara. Bir cura sesi kulaklarımda ve o bilindik türkü. “Ayrılık hasreti kar etti cana.


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


“Merakım ağır basıyorsa kollarımın her şeye dokunacak kadar uzun olmasını isterdim. İşlevsiz bir organı işler hale getirmek yerine var olanı daha işlevli kılmayı tercih ederim.”

Üç yüz yıl öncesinden bir mektup ulaşıyor elime.

Heyecanla yırtıyorum zarfı ve dokunuyorum satırlara.


Koşuyorum bir kalabalığın içerisinde. Nedensizce koşuyorum. Herkes koşuyor. Bir adım öne geçmek için olanca soluğumu harcıyorum. Herkes koşuyor. Herkesin soluğu bir diğerinin ensesinde. İstifleniyoruz otobüslere, plazalara, okullara. Dişlerimiz birbirimizin etinde. Koşuyoruz düşünmeden, soluklanmadan. Düşünmek karnı tokların, filozofların işi. Soluklanmanın yeri ise, kariyer ve ekmekten sonra geliyor. Modern çağ kölelerinin bir kısmı ekmekten çok, kariyeri için yaşıyor ve çalışıyor. Köleliğinin farkında bile değil.Devamını Oku...


Sesler dans ediyor zihnimde. Karmakarışık, gelişigüzel ve korkunç sesler. Yerinden fırlayan kayalar, tuz buz olan bir şeylerin şangırtısı. Dünyanın en büyük, en rahatsız edici ezgilerini korkunç bir uyumla umarsızca seslendiriyor. Zihnimi yönetemiyorum ve en korktuğum şey başıma geliyor. Şarkının kokusu, öldürücü bir virüs   gibi genzimi dolduruyor. Soluğum kesiliyor. Şarkı kokar mı, demeyin. Öyle bir kokar ki, ne anlatmak istiyorsa, onun kokusunu saçar. Dinleyici, ne hissetmişse, ne yaşamışsa, yıllar sonra bile onun kokusunu alır aynı ezgiden.… Devamını Oku...


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Kökünden devrilmiş bir ağaç. Çocuğunun gözü önünde vahşice katledilen bir kadın ve onun hafızamızdan silinmeyecek son çığlığı. Kıyıya vuran bebek bedeni. Çöp arabasının ezdiği geri dönüşüm işçisi engelli birey. Kahroluyoruz, öfkeleniyoruz, tweet atıyor, belki sokağa çıkıyoruz ve günlük rutinimize dönüyoruz. Ne güzel insanlarız değil mi? Ne kadar duyarlıyız. Tepki göstermediğimiz hiçbir şey yok. Kendimizle ne kadar gurur duysak azdır öyle mi? Sıkı durun. Altın soruyu soruyorum: bu kadar duyarlı ve bilinçli bir toplumda neden aynı olaylar kronikleşiyor? Gelin, sokulun şöyle yamacıma… Devamını Oku...


Bir şey geziniyor bedenimde. Serin ve ürpertici. Parmak uçlarımdan tüm vücuduma yayılıyor. Nazik ama inatçı. Tüm gözeneklerimi yalıyor. Tepeden tırnağa hazza beleniyorum. Merak, korku ve heyecan. Anlamaya çalışıyorum. Hayır, hiç bir şeyi algılayamıyorum. Bir ses, ilerliyor kulaklarımdan zihnimin derinliklerine. Muhteşem bir senfoni. Hiç duymamışım daha önce. Çıldırtıcı. Rüzgârın cezbedici sesi. Kuşlar akıyor kulaklarıma. En güzel ötüşleriyle kur yapıyorlar sevdiceklerine. Çölde bir damla suyun dilime değmesi gibi hissediyorum sesleri. Sevgilinin yüreğe akan sesi gibi.


Tam bir yıl önce, size yaz şarkıları hediye etmek isterdim diye başlamıştım söze. Özlemlerimi ve yaşamak zorunda kaldıklarımızı sıralamıştım sonra. Bir yıl sulara karışmış. Bir yıl daha tüketmişiz ömrümüzden. Hayat akıp gitmiş.  Akmaya devam ediyor. Önüne gelen her şeyi sürükleyerek yolunda ilerliyor. Özlemlerimiz bile değişiyor, farklılaşıyor. Bizim mücadele etmek zorunda kaldığımız belli saçmalıklar değişmiyor. Hayatın bütün devinimine inat yerinde saymaya devam ediyor. Bütün yaratıcılığımıza, yaşam motivasyonumuza saldırıyor. “Geriye dönmeyi sevmem.” diyor Nazım.