Toplam Okunma 0

Yapmam gereken ve yapmak istediğim çok şey var. Oysa haftalardır günler nasıl bir boş sayfa gibi kıvrılıp atılırın güzide örneklerini veriyorum. Yaşanan her şey beni biraz daha yoruyor ve kendime gömülüyorum. Dilimde o eski nakarat “Bugünüm harap oldu dünden iyi midir ki” Evet belki de bütün insanlığın durumunu en güzel özetleyen dizeler. Bir tutam huzur arıyorum, bir nefeslik hava.  Bir de delice öğrenme isteği. Bu ihtiyacı en çok ben hissediyorum sanırım. Çünkü herkesin her konuda söz söyleyecek “donanımda” olduğu bir çağda yaşıyoruz.

Biliyorum ki yaşadığımız her ne varsa daha güzeli yaratmak için çok büyük bir fırsat. Yeter ki umudumuz ve mücadele azmimiz sağlam olsun. Yeter ki bildiklerimizle yüzleşmekten ve sürekli öğrenci olmaktan vazgeçmeyelim. Yine biliyorum ki bu umut ve öğrenme aşkı bende fazlasıyla mevcut. Sadece birazcık zihnimi dinlendirmem gerekiyor.

Okuduğum bütün kitaplara ve yaptığım işlere kısa bir ara veriyorum. Varoluş sebeplerimden birisi olabileceğini düşündüğüm müziğe ve romanlara sarılıyorum. Önce hayatımdaki yeri hiç değişmeyecek olan Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” kitabını tekrar okuyorum. Evet kendimi tanıyormuşum. İyi geliyor kitap. Hızımı alamıyorum ve yine Yaşar Kemal’in “Çakırcalı Efe” kitabını su gibi içiyorum. Kitaptaki her karakter, her olayı zihnimde tekrar tekrar yaşıyorum. Evet iyi bir romanın baş döndürücü gücünün önemini tekrar kavrıyorum. Sonra bir salaklık yapıp gündemi öğrenmek için sosyal medyaya giriyorum. O da ne? Korkunç bir bilgiyle sarsılıyorum. Bu kadar özümseyerek okuduğum kitaplar aslında kitap değilmiş. Ekranların pek muhalif yüzlerinden birisi, yine her şeyi biliyor ve sesli kitabın kitap olmadığını buyuruyor. Dinlenerek okunan kitap, kitap değil edebi bilgiler veren bir araçmış. Bu çok sevgili aydınımızın cehaletine mi saçma özgüvenine mı kızsam bilemiyorum. Yüzümde saçma bir gülümseme beliriyor. İkisine de kızmıyorum. Sonuçta saçmalamakta bir ifade biçimidir ve insanı rahatlatır.

Kanı beynime sıçratan, bir insanın başka insanların tercihlerini ve yöntemlerini küçümseme hadsizliği. Genellikle böylelerine efor harcamam ama bu sefer insan gibi anlatmayı denemeye çalışıyorum. Bu yaptığının, onunla aynı işi farklı yollardan yapmak mecburiyetinde olanları ya da tercih edenleri ötekileştirmek olduğunu söylüyorum. Belki kendisinin dinleyerek okuma yetisinin gelişmiş olmamasından böyle bir neticeye ulaştığını belirtiyorum. Bir kör olarak binlerce kitabı dinleyerek okuduğumu söylüyorum ve ne hakla okuduğum onca kitabı yok saydığını soruyorum. Dinleyerek okuyanlara saygısızlık yaptığını anlatmaya çalışıyorum. Onlarca insan zaman ayırıp benimle benzer şeyleri anlatmaya çalışıyor. Fakat sevgili “aydınımız” burnundan kıl aldırmıyor. Bu yaptığının farklılıkları olan insanları ötekileştirmek olduğunu belirtiyoruz ki gerçek bir aydın bunun üzerine kafa yormayı tercih eder, kendisi klasik bilmişlikle saçma sapan yanıtlar vermeyi tercih ediyor.

Çelişkiler yumağı olan yazarımız, kendisini halkçı olarak tanımlar ama halkın en küçük eleştirisine bile tahammül edemez. Hemen tırnaklarını çıkarır alay ve hakaretlere başlar. Kendisini dostça eleştirenleri bile çokbilmişlikle suçlayacak kadar ileri gider. Neyse derdimiz burada küçük burjuva aydın eleştirisi yapmak değil. Biz dönelim kitap meselesine. Kitabın bir kokusu vardır. Dinleyerek okuduğunda da bir kokusu vardır. O kokuyu yıllarca zihnimizde saklıyorsak, bir cümlesinden bile dünyaları yaratıyorsak, bizi heyecanlandıran bir bölümle karşılaştığımızda o kitabı en kıymetlilerimizle zaman kaybetmeden heyecanla paylaşıyorsak; kimsenin bunu değersizleştirmeye hakkı yoktur. Onun düşüncesi başkalarını etkilemiyor olsa bizi ilgilendirmez ama farklılıkların yok sayıldığı bir toplumda bu ayrımcılığa bir halka bile eklenmesi kabul edilemez. Sevgili mürekkep yalamış aydınımızın mantığına göre bu yazı da el yazısıyla kaleme alınmadığı için yazı değil mi acaba? Ya da mürekkep baskı konusunda bu kadar muhafazakâr olan yazarımız kendi yazılarını daktiloyla mı yazıyor? Eleştirilerimizi ve önerilerimizi mektupla göndersek işe yarar mıydı? Tabi ki yaramazdı. Çünkü sorun kullanılan yöntemlerde değil. Herkesin kendi kalıplarını başkalarına dayatması. Unutulmasın ki eskimiş kalıplar suya düşen buz kalıpları gibi çözülmeye mahkumdur. Üzücü olan ise bu hadsizlik bu konuyla ve bir kişiyle sınırlı değil. Daha bu olay gündemden düşmeden daha korkunç fikirlerle karşılaşıyoruz. Dünyadaki bütün sorunları ışık hızıyla çözen ve her konuda fikir belirtme zorunluluğu hisseden insanlar engelli çocukların dünyaya getirilip getirilmemesi konusunda da söz hakkı görüyor kendinde. Evet maalesef bu korkunç düşüncelerin sahipleri sadece Neonaziler değil. Birçok konuda ilerici kabul edilen insanlar arasında da örneklerine fazlaca rastlıyoruz. Yani varoluşumuz için bile toplumun birçok kesimiyle mücadele etmemiz gerekiyor. Çünkü hiç kimsenin başkalarının yaşamına ve farklılıklarına saygısızlık etme hakkı yok.

Evet dişe diş yaşamımızı ve farklılıklarımızı savunacağız. Okuma yöntemimiz ne olursa olsun kitap kitaptır, nasıl yazılmış olursa olsun yazı yazıdır ve tüm canlılar en az diğerleri kadar değerlidir. Her ne olursa olsun eskimiş kalıplar çözülmeye mahkumdur. Çünkü hayat kendi gerçekliğinde akar, bizim işimiz sadece onun akış yolunu düzeltmektir. O zaman hayatın her alanında farklılıklarımızı savunduğumuz ve böyle yazılar yazmak zorunda kalmadığımız günler umuduyla veda edeyim bu ay.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.