Toplam Okunma 0

Dışarıda sımsıcak bir güneş. Aşka ve kavgaya çağıran türden. Sonbahara karşı giriştiği başkaldırının kısa sürecek zaferini kutluyor. Ve kuş cıvıltıları. Hani şu insanın aklına özgürlük fikrini aşılayan hınzır cıvıltılar. Oysa onların kimseye fikir vermek gibi bir derdi yok. Çiftleşme güdüsünün baş döndürücülüğüyle avazları çıktığı kadar kur yapıyorlar birbirlerine. Doğa böyle cıvıl cıvıl kaynarken evde durmak şu güneşe haksızlıktır diyerek curcunanın içerisine bırakıyorum kendimi. Aylarca evde kalmış olmanın tortusunu atmak için iki dostumla buluşuyorum. Bu kadar dar bir gurupla takılmamın nedeni tamamen duygusal. Pandemi koşulları yani. Gerçi ben pandemiden önce de aynı grupla takılıyordum ama olsun. Çevremin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkmasın.  Fiziksel mesafeyi gözeterek merhabalaşıyoruz ve ilerlemeye başlıyoruz. Dışarıda aynı curcuna. Evinde kalsa açlık işe gitse virüs tehlikesiyle karşı karşıya olan emekçiler. Bizi virüs değil bu düzen öldürür diyenler. Market reyonlarında, şantiyelerde ve fabrikalarda virüse meydan okuyor. Kulaklarında bildik ağızlardan çıkan azar. “Kalabalık otobüse binmeyin, sosyal mesafeye dikkat etmiyorsunuz” Sesin sahibi olanca ihtişamıyla ses tellerini titreterek hükmediyor. Sonra patron aynı şekilde işçiye, usta çırağına bağırıyor. Baba çocuğa, öğretmen öğrenciye. Kimse kendi egosuna toz kondurmuyor. İlerliyoruz. Tanıdık sokaklar. Duvarlarına anlarımız sinmiş mekanlar bir bir kapanmış. Belleğimizi koruyamıyoruz diyorum. Kocaman bir kentin belleği olan bir tiyatro salonunu bile koruyamadık. Sonra öğrencilik yıllarımızda sürekli kaset almaya gittiğimiz ve önünde çalan güzel müzikleri dinlemek için sürekli etrafında dönüp durduğumuz kasetçi dükkanının olduğu Karanfil Sokak üzerinden Konur sokağa geçiyoruz. Şimdilerde o kasetçinin yerinde yeller esiyor ve Konur Sokak bir açık hava hapishanesini andırıyor. Bu güzel havada gireceğimiz tek kapalı alan bir kitapçı ve biz de onu yapıyoruz. Ben hemen şiir kitaplarının olduğu bölüme yöneliyorum. Arkadaşıma tek tek kitapları okutuyorum. Birkaç kitap alıyorum. İçlerinde Şilili şair Pablo Neruda’nın kitabı da var. Sonra şairin biyografi kitabında birisine yönelik istismarını anlattığı bölüm aklıma geliyor. Nasıl olabilir diyorum. Nasıl dünyanın en hisli şairlerinden birisi böyle küçülür? Zihnindeki ütopyadan, yüreğindeki aşktan da mı utanmaz? Nasıl Doğanın canlılara bahşettiği en güzel, en hisli şeylerden birisini iğrenç bir eyleme dönüştürür? Sorgulamak istemiyorum bunu ama zihnimde reddedilmeyi kabullenemediği olasılığı beliriyor ve midem bulanıyor. Yani kendi boktan egosu bütün bunların nedeni olabilir diyorum. Kitabı sessizce rafına bırakıyor ve ruhumdaki sızıyı dindirmek için Lorca’nın şiir kitabını alıp çıkıyorum. Sonra geleneği bozmuyoruz ve Mülkiyeliler’in bahçesine oturuyoruz. Kadehlerimiz peş peşe boşalırken biz de dünyayı kurtarıyor, edebiyat parçalıyor, konudan konuya atlıyoruz. Sonra kurtarılması gereken dünya gerçekliğiyle yüzümüze bir utanç sağanağı olup patlıyor. Evinde annesinin dizi dibinde olması gereken küçücük çocuklar masaları dolaşıp mendil satıyor. Boğazım düğümleniyor. Kalkmaya hazırlanıyorum, tam çıkacağım sırada çocuklar bir daha geliyor. Yan masada oturanlar keyiflerini kaçıracak bu gerçeklikle yüzleşmeye cesaret edemedikleri için çocuklara bağırıyor ve onları polis çağırmakla tehdit ediyor. Böylesi durumlardaki kontrolsüzlüğüm devreye giriyor ve olanca öfkemle ağzıma geleni saymaya başlıyorum yan masadakilere. Arkadaşlarım beni yatıştırıyor ve oradan çıkarıyor. Çocukları dinlemediler bile diyorum. Dinlemediler bile. Çünkü kendi ezik egolarını tatmin edecek, kendilerinden zayıf gördükleri birisini arıyorlar. Çok meşhur bir şairin körlerle ilgili yanlış bilgi paylaştığını ve onlarca körün uyarı yorumlarını dikkate almadığını söylüyorum. Aynı yerden besleniyorlar diyorum. Aynı boktan egonun esiri bunlar. Mendil satan çocuklar masalarının tadını kaçıramaz, körler kendileriyle ilgili söz söyleyemez gibi. Değişmeli diyorum değişmeli. Ötekileştirilen herkes sırtındaki kırbacı koparmalı diyorum. Eksik olan ben değilim demeyi öğrenmeli diyorum. Kendi korunaklı evinden daha çok denetim talep eden ve akıl hastalıkları çoğalacak diyen Zizek’e dünyanın bir ucundan soruyorum: Akıl hastalığı nedir? Dünya akıl hastalarıyla, anormallerle daha adil bir yer olmaz mı?  Sonuçta dünyayı normaller ve normallik algısı bu hale getirmedi mi? Olmayacak bir normallik yerine kazanılabilecek bir özgürlük için dövüşmek daha uygun değil midir diyor ve dünyanın bütün denetimlerini kendisine hediye etmek istiyorum. Sonra içimdeki umut yine baş kaldırıyor. Fabrikadaki işçinin, ayrıştırılan sakatın, ezilen kadınların, eşcinsellerin ve göçmenlerin; kısacası tüm ezilenlerin bir gün farklılıklarıyla özgür ve eşitçe yaşayacağı günlere olan inancım depreşiyor. Ayrılırken, yeterince kafalarını ütülediğimi düşündüğüm arkadaşlara son bir gol daha atıp, bir şiir okuyarak vedalaşıyorum. O şiirden bir bölümü bilmem kaç kere dilimde çevirerek eve geliyorum.

“Belli ki dağların

Denizlerin

Ve Göllerin üzerinden

Sıyrılıp gelmektedir seher

Belli ki yakındır.

Belli ki yakındır doğayı

Ve hayatı sarsacak saat”


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.