Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


Akşamdan kurmuş olduğu alarmın çalmasıyla, birden irkilip doğruldu yatakta. Günlerdir içini kemiren karmaşık duygular, yoğunlaşarak bu geceyi kâbusa çevirmişti ona. Sevinç, heyecan, merak, endişe; hepsi birbirine karışıyor, her gördüğü rüyada uykusu bölünüyordu. Hafifçe doğrularak, uzanıp perdeyi açtı. Nisan günlerini hatırlatan sıcacık ve umut dolu güneş, hınzırca gülümsüyordu ona. Günlerdir kara bulutlar ve fırtınalarla kışa göz kırpan gökyüzü, bugün güzel haberler muştulamaya hazır, apaydınlık ışıldıyordu. Bir anda, içini bir huzur kapladı. Kaygılarını bir tarafa itip doğruldu… Devamını Oku...


14. sayı, Nisan 2015

 

İletişim özürlü bir toplum olduğumuzu söylesem, kimsenin bir itirazı olmaz sanırım. Genellikle birbirimize, anlatmak istediklerimizi bir türlü anlatamaz, karşılıklı yanlış anlaşılmalarla bir sorun sarmalına girer, kördüğüm oluruz. Öyle bir kördüğüm oluruz ki çözebilene aşk olsun.


“Ahmet amca çok iyi bir insan geçen gün beni karşıdan karşıya geçirdi.”

“Belediye başkanı tam bir engelli dostu. Bir grup köre tavuk döner ısmarladı ve baston dağıttı.”

“Hazal cennetlik kızmış vallahi. Su gibi kadın, fıstık gibi de mesleği var. Gidip kör Arda ile evlendi. Ne kadar sevap işledi biliyon mu?”


Bizim toplumun en belirgin özelliklerinden birisi, iflah olmaz egoizmi desek haksızlık etmemiş oluruz sanırım. Kendimizden başkasını düşünmeyiz. Hele karşımızdaki diş geçirebildiğimiz birisiyse vay haline. Onun haklarını bir güzel gasp ettikten sonra, onu sağlamca bir hırpalarız. Bütün dünya bizimdir nasıl olsa. Yaşam alanlarımızı ortak kullanmamız, rahatımızı bozmamız gerektiği anlamına gelmez. Önemli olan bizim ihtiyaçlarımızdır son tahlilde. Hatta ihtiyaçtan öte, rahatımızdır. Kaldırımları gasp eder, ağaçları keser, başkalarının yaşam hakkına dahi saygı göstermeyiz.


Bir insanın ya da bir toplumsal kesimin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birisi kendi bakış açısını kaybetmesidir. Bu durum, söz konusu insan ya da grubun,  zamanla düşünme yetisini yitirmesine ve egemen zihniyetin düşünce kalıplarını kendi çıkarlarına uygun olmasa bile, sorgulamaksızın kabullenmesine yol açar. İlgili topluluk veya şahıs, artık kendisi gibi düşünmüyor, kendisine biçilmiş sınırlar içerisinde yaşıyor, o sınırları kabul etmeyenlere de tahammül edemiyordur. Böylesi bir durumdan tek karlı çıkan egemen zihniyettir.


Yazıya Orhan Veli tadında, hatta direkt ondan çalıntı bir başlık attım. Maalesef ele aldığım konu o kadar keyifli değil.  Dergimizin yayım hayatı boyunca, birçok konuyu tekrar tekrar ele almak zorunda kaldık. Bir konunun defalarca işlenmesinin, kendini tekrar etme ve okuyucunun ilgisini kaybetme riski var. Fakat bizde bu durum biraz daha farklı. İşlenen konular aynı olsa da olayların farklılığı, toplumun ötekileştirme konusundaki yaratıcılığı ve bizim düşeni pişman eden dilimiz yüzünden ilgili konu güncelliğini kaybetmiyor.


Merhaba sevgili okur, dile kolay 2 yılı geride bıraktık.  2 yıl, bir insan hayatında çok uzun bir süre olmayabilir.  Fakat içinde bulunduğumuz koşullar içerisinde, süreli bir yayım için hiç de kısa sayılamayacak bir süre. 2 yıl boyunca, yaşanan ayrımcılık vakalarını, teknolojik gelişmeleri, hatta toplumsal olayları kendi penceremizden yorumlamaya çalıştık.


Merhaba sevgili okur, bu ay ayrımcılık meselelerine biraz ara vermek istedim köşemde. Hep olumsuzu olumluya çevirmek için uğraşacak değiliz ya; bu sefer de olumlu bir durumun sefasını sürelim. Bu ay size erişilebilir bir uygulamayı tanıtacağım. 


Toplumla engellilerin irade savaşı tüm hızıyla devam ediyor. Hoppalaaaa bu nasıl bir giriş diyebilirsiniz! “Toplum, engellisiyle hiç savaşır mı?” “Allah’ın vurduğuna bir de kul vurur mu?” diyebilirsiniz. Tam da bunu söyleyerek, savaşın fitilini ateşlemiş olursunuz. Toplumla engelliler arasında tam bir irade savaşı yaşanıyor. Savaşların en büyük nedenlerinden birisi bir gücün kendisine ait olanla yetinmeyip,  başkalarının sınırlarını zorlamalarıdır. Burada yaşanan da böylesi bir durum.


Ölüm nedir? Bize ne kadar yakındır? Bu soruyu bugüne kadar kendime hiç sormamıştım. Fakat sorunun cevabı, davetsiz ve uğursuz bir misafir gibi buldu bizi. Her ölüm erkendir belki ama bu kadar alçakça değildir. Ölüm bizleri, beklenmedik anda, beklenmedik şekilde bulur. Ama beklenmedik zamanda bulmaz. Çünkü biliriz ki emeği, onuru, özgürlüğü ve insana dair güzel olan ne varsa onun için mücadele edenleri, ölüm erken bulur. İstemezler acıyla yoğrulmuş topraklarda umut yeşersin.


İletişim özürlü bir toplum olduğumuzu söylesem, kimsenin bir itirazı olmaz sanırım. Genellikle birbirimize, anlatmak istediklerimizi bir türlü anlatamaz, karşılıklı yanlış anlaşılmalarla bir sorun sarmalına girer, kördüğüm oluruz. Öyle bir kördüğüm oluruz ki, çözebilene aşk olsun.


Hayatta ne çok kirleniyoruz hiç düşünüyor musunuz? Işık hızıyla uğradığımız yabancılaşma, sizi hiç hayrete düşürmüyor mu? Beni düşürüyor. Kahrediyor, mahfediyor. Her şey, birilerinin, aşırı sahip olma hissiyle başladı. Sınıflı topluma geçişten itibaren, birileri, hep hakkı olmayan, haddi olmayan şeylere sahip oldu. İnsanın sahibi olur mu? Oldu. İnsanlık, köleci dönemden itibaren, dünyayı dünya olmaktan utandıracak iğrençlikler yaptı. Birileri, ormanlara, su kaynaklarına el koydu.


Son günlerde Yunanistan seçimleri, tüm dünyada yankı uyandırdı. Nasıl uyandırmasın? Yıllardır temcit pilavı gibi tekrar tekrar masaya koyulan muhafazakâr iktidar tekeli; tarihinin en büyük tokadını yedi. Ağır vergilere, işsizliğe, karanlığa, İMF’in beli kıran iğrenç kemerlerine karşı, Yunanistan halkları; EEEH! dedi. Sonuçta, Yunanistan seçimlerini Radikal Sol Koalisyon (Syriza) kazandı. Bu sonucu bu kadar gündemde tutan olaysa, Syriza’nın alışılmışın dışındaki politikaları. Syriza, 2004 yılında, bir birlik olarak kuruldu. 2012 seçimlerine parti olarak girdi.


Sevgili okurlar, acısıyla koca bir yılı geride bıraktık. Acısıyla diyorum çünkü: henüz insani duyarlılıklarını kaybedecek kadar kendine yabancılaşmamış insanlar için, 2014 kâbus gibi bir yıl oldu. Soma’dan Ermenek’e yerin metrelerce altında, ölümlerin en vahşisini yaşadı maden emekçilerimiz. Umutla beklediğimiz her gün, ölüm kokan bir ejderha gibi çullandı üzerimize. Sokaklarda, mevsimlik iş yollarında, evlerde, Şengal’den Kobane’ye 30 yıla sığacak acıyı bir yılda yaşadık. Takvimler milenyum çağını gösterirken, 19.


Toplum olarak özel günleri şenliğe çevirmeye inanılmaz merakımız var. Uzun vadede çözüme ihtiyaç duyan sorunları, bir yılın herhangi bir günü içerisinde ele alır, ilgili sorunu tam bir şenlik havasında kutlarız. Dünya üzerinde, özel günler ve şenliklerin sayısına dair bir araştırma yapmadım. Ancak bir yılın neredeyse her gününe en az bir anlam ithaf edilen ülkemiz, bu konuda açık ara öndedir diye düşünüyorum. Yukarıda da belirttiğim üzere ilgili gün her ne anlam içerirse içersin, bizde bayramdır. Yani bir başka deyişle, bize her gün bayramdır.


Yaşadığımız toplumda fiziksel bir engele sahip olmayanların, engellilere kendi kafasındakileri dayatmaları devamlı bir hale geldi. Aylarca çeşitli şekillerini eleştirdiğim ayrımcılık vakaları, tam bir kronik hastalık haline geldiği için sürekli yaşanan ayrımcılık örneklerini gündeme getirmek zorunda kalıyorum. Dergimizin her yeni sayısı hazırlanırken farklı bir şeyler işleme hissiyle doluyorum. Ancak sürekli maruz kalınan aşağılanmanın çeşitli şekilde örnekleri yaşandığından; onları işlemeden geçemiyorum.


Bütün anne babalar için çocukları dünyadaki en değerli varlıktır. Onlar için yaşarlar. Hayatları çocuklarını mutlu edebilmenin mücadelesi ve onun geleceğine dair hayallerle geçer. O hayalleri gerçek kılabilmek için katlanırlar en büyük zorluklara.


Her bireyin kendine has istekleri, hayalleri; yetenekleri vardır. Peki, bunların hangi birine istediğimiz şekilde yönelebiliyoruz? Yaşam tarzlarımızı neye göre ve kime göre belirliyoruz? Ya da bizim neyi yapıp yapamayacağımıza, nasıl yaşayacağımıza yön veren odaknereden besleniyor? Bir toplumun, insanların yaşam tarzına ipotek koymasını sağlayan cüret nereden gelmektedir? Yıllardır kafa patlattığım bu anlamsız soru yumağını sizlerle paylaşmak istedim. Çözelim hadi neresinden ve ne şekilde çözebileceğiz?

 


Küçük yaşlardan itibaren geleceğimize dair hayaller kurmaya başlarız. O hayaller ki, beyaz, kırmızı, sarı rengârenk balonlar gibi uçuşur çocuk zihnimizde. İstisnasız her çocuğa sorulan klasik sorulardan birisi, “büyüyünce ne olmak istiyorsun?”, olur. Bizimse ne olmak istediğimize dair fikirlerimiz hava durumu gibi her gün değişiklik gösterir. Kâh pilot ya da astronot olmak gibi uçuk fikirlerle, kâh öğretmen olmak gibi bilgiç cevaplarla karşılık veririz.