İyi ki doğduk biz; iyi ki varız biz. Üçüncü yaşımız hepimize kutlu olsun. Yazı da yazabiliyoruz; kimseden yardım almadan dergi de çıkarabiliyoruz. Biz hangi gezegenden geldik dersiniz arkadaşlar.
Ben dergimize sonradan dâhil oldum. Birkaç aylık bir geçmişim var. Ancak; dergimizin muhteşem bir yazı arşivi var. Üstelik bu insanlar, yazılarını yazarken, inanması zor ama hiç kimseden yardım almamışlar. Bilgisayarlarını açmışlar, yazı yazacakları programı bulmuşlar, klavyede tuşlara basıp yazılarını yazmışlar, e-posta ile birbirlerine gönderip okutmuşlar, değerlendirip yanlış gördükleri yerlerini düzeltmişler, birbirlerine önerilerde bulunmuşlar. Yazılar oluşunca da web sayfasına yükleyip dergiyi çıkarmışlar. Üstelik bununla da kalmayıp yazdıklarını, sosyal medyada paylaşmışlar. Şimdi bunları ben de yapabiliyorum. Ama düşünüyorum, ben dünyalıyım. Bu gezegenin en güzel ülkesinde doğdum. Bu gezegenin koşullarına göre büyüdüm. Bu gezegenin havasını soludum, suyundan içtim, yiyeceklerinden yedim. Peki, tüm bunları nasıl yapabildim?
Şimdi diyeceksiniz ki “Bu ne saçmalıyor böyle?” Yakınlarda çıkan bir iletişim şirketi reklamından sonra, toplumun küçük bir kesimini oluşturan, işyeri arkadaşlarım ve adliye personelinden gelen tepkilerden sonra; bunları yazmak geldi aklıma.
İnsanlar, engellilerin kendi başlarına bir şeyler yapmalarını halen kabullenemiyor. Halen, bir şeyler başarmış engelliler, onlar için, farklı bir gezegenden gelen yaratıklar olarak görülüyor. Anılan reklamda, küçük kız çocuğu annesinin kabartma baskı fotoğrafını alıp; parmaklarına sürdüğü boyalarla yüzünü boyuyordu. İnsanlar ise, bu durumu, imkânsızın ötesinde bir şeyler başarmış gibi değerlendiriyorlar. Oysa gelişen teknoloji, var olan imkânlar, bu imkânlara ulaşımın kolaylaşması, en önemlisi de bazı işleri, bazı insanların farklı araç gereçle çok rahat yapabilecek olma durumu, insanlar için, halen kabul edilebilir bir olgu değil.
Bu dergimizin yazarları arasında, birçok farklı meslek grubundan arkadaşımız var. Günlük hayatlarında yapmak zorunda oldukları pek çok işleri var. Kimimiz ders anlatıyor; kimimiz ödev hazırlıyor; kimimiz benim gibi, o adliye senin bu adliye benim koşturuyor. Peki, biz tüm bunları nasıl yapıyoruz. Yukarıda da söyledim; bizler, başka bir gezegenden falan gelmedik. Sadece, teknolojinin ilerlemesi ile bize sunulan imkânları kullanmayı biliyoruz. Hepimizin bilgisayarında ekran okuma programları var. Hepimiz, beyaz baston kullanmaktan utanmıyoruz. Hepimiz navigasyon programlarından yardım alıyoruz. Cep telefonlarımızı, sadece “Alo” demek için kullanmıyor; birçok özelliğinden faydalanıyoruz. Bir başkasına muhtaç olarak yaşamayı kabullenilemez görüyoruz. Çünkü her şeye rağmen “Biz de varız.” demeyi biliyoruz.
Peki, toplumun bu bakış açısına sahip olmasında bizim hiç dahlimiz yok mu? Bence var. Çuvaldızı başkasına batırırken; iğneyi de kendimize batırmayı bilmeliyiz arkadaşlar. Zira toplum, yaşayan bir varlıksa ve yaşadığı kadar öğrenebiliyorsa, bizler de kendi durumumuzu, bu topluma öğretmeliyiz; diye düşünüyorum.
Siz hiç bir engelliler gününde, önünde ekran okuma programı yüklü bilgisayarıyla yazı yazan bir görme engelli gördünüz mü? Hiç cep telefonundaki navigasyon programından yönleri bulup; elinde beyaz bastonu ile yürüyen bir görme engelli ile röportaja rastladınız mı? Tekerlekli sandalyesi ile duruşmaya giren bir avukatın bir günü anlatıldı mı? Bir işitme engelli öğretmenin, okulunda bir günü gözlemlendi mi? Hepsine kocaman bir “Hayır.”
Peki, ne yapıldı? Halk oyunları oynayan zihinsel engelli arkadaşlarımız gösterildi. El işi yapan işitme engelli arkadaşlarımız lanse edildi. Şarkı söyleyen görme engelli arkadaşlarımızla röportaj yapıldı. Toplum zannetti ki; bir birey engelli ise, yapabileceği en iyi işler bunlardır. Onun okula gitmesi, bir bölüm bitirip; bitirdiği bölümle ilgili bir iş yapması mümkün görülmedi. Geçen yazımda da bahsettim; toplum, görme engelli bir avukat gördüğü zaman dehşete kapıldı. İşitme engelli bir öğretmenle nasıl konuşacağını bilemedi. Tekerlekli sandalye ile işe gelen birisine, nasıl davranması gerektiğini öğrenemedi. Halen beyaz bastonunu eline alıp; yürüyüşe çıkan görme engelli sayısı; ülkemizdeki görme engellilerin sayısına eşit değil. Burada bir özeleştiri yapacağım. Ben de çok büyük yaşlara kadar, tek başıma beyaz bastonla dışarı çıkmadım. Şimdi hem aileme hem kendime kızıyorum. Kaldırımlar, tekerlekli sandalye ile dolaşan arkadaşlarımız için uygun değil. Çünkü yakın zamana kadar, bu ülkede tekerlekli sandalye ile dolaşabilecek insanlar olduğunun farkına varılmadı. Hiçbir yerde, işaret dili bilen personel yok. Çünkü bunun ihtiyaç olduğu düşünülmedi.
Çizdiğimiz bu çerçevede de görülüyor ki; tek suçlu diğerleri değil. Bizler de kendimizi anlatamadığımız için hatalıyız. Hep söylüyorum ve söylemeye de devam edeceğim; elimizi taşın altına koymalıyız arkadaşlar. Bu işin başka yolu yok. Onlar bizi kabul etmiyorsa, biz kendimizi zorla kabul ettirmeliyiz. Doğru yerlerde, doğru ifadelerle, kendimizi anlatmayı başarabilmeliyiz. Acındırarak değil; inandırarak ve yüksek seslerle “Biz de varız.” demeliyiz. Bunu yaparken, “Devlet, engellilere şunu da yapsın, bunu da yapsın, aslında biz bu avantajı da hak ediyoruz.” şeklinde değil; “Sen devlet olarak; diğer tüm vatandaşlarına da yaptığın gibi; bana emek verdin, beni açtığın okullarda okuttun, benim eğitim alabilmem için, öğretmen görevlendirdin, sıra tahsis ettin, şimdi de benim, senden aldıklarımı sana verme zamanım geldi; tıpkı, ülkesini seven her insan gibi. Bana gerekli imkânları sağla ki benim iş gücümden faydalan. Aslında sen bana uygun donanımlı bilgisayarı verirsen, yazılarını yazabilirim. Uygun rampayı koyarsan, duruşmalara girip; senin vatandaşlarının haklarını savunabilirim. Benim işaretlerimden anlayan personel bulundurursan; derdimi çabukça anlatır; bana verilen görevi gereği gibi yerine getirebilirim.” tarzında yaklaşmalıyız. Çünkü önce biz kabullenmeliyiz ki bu ülkede yaşayan, 79 milyon insandan hiç bir farkımız yok. Böylece, haklılığımızı daha çabuk ve etkin biçimde anlatabiliriz diye düşünüyorum. Hepimize kolay gelsin.