Toplam Okunma 0

Toplum olarak büyük önyargılarımız var. Engelliye önyargımız var; yapamaz, yapmamalı. Kadına önyargımız var; gidemez, gitmemeli, giyemez, giymemeli, çalışamaz, çalışmamalı. Homoseksüele önyargımız var; sevemez, sevmemeli. Önyargılar sadece bununla da sınırlı değil. Bazen öyle oluyor ki, önyargılar geliyor ve en mahrem alanınıza bodoslama dalıyor.

Bir konuya dair önyargı tamamen o konuya hâkim olmamaktan kaynaklanır. Önyargılarını kaldırmada istekli olmayan kişiler lütfen toplumun engellilere yönelik önyargısını kaldırmasını beklemesin.

Şimdiden bir düşünceden, bir felsefi akımdan rahatsız olanlar sayfayı kapatabilirler zira önyargı dediğimiz şey sadece engellilik konusuna gelince kötü diğer meselelerde olabilir şeyler değil. Önyargı her zaman bilgiye ulaşımı, düşünceleri, anlayışı engeller.

Ben bu yazımda feminizmle bağlantılı toplumsal cinsiyet kavramından bahsetmek istiyorum ve burada bir makale yazmadığım için feminizm düşüncesini ayrıntılı bir şekilde anlatmıyorum. Ancak, kısaca bahsetmem gerekirse feminizm başta erkek olmak üzere her hangi bir grubun, sınıfın veya zümrenin üstünlüğüne, egemenliğine karşı olan bir düşünce sistemidir. Bu düşüncenin önemli kavramlarından biri de “Toplumsal Cinsiyettir”.

Toplumsal cinsiyete göre, kadının ve erkeğin doğuştan gelen biyolojik özellikleri mevcuttur. Biyolojik cinsiyet dışında toplum kadına ve erkeğe rol ve görevler yükler. Toplumun yüklemiş olduğu bu rol ve görevler biyolojik cinsiyetle hiçbir bağlantısı yoksa bile cinsiyet kavramının içerisine atılır. Toplumsal cinsiyet insanın görünüşüne, biyolojik özelliklerine göre toplumun atfettiği şeylerle oluşur. Örneğin; kadının doğurganlığı bir biyolojik cinsiyet konusudur ancak, kadının çocuğa bakması, erkeğin ev geçindirme zorunluluğunun olması, kadının korunacak erkeğin koruyacak kişi olması, babanın veya annenin aile reisi olması, kadının erkeğin iktidarlığının altında yer alan bir nesne olması gibi meseleler ve sorunlar toplumsal cinsiyetle ilişkilidir. Bu rol ve görevler tarih boyunca zaman içerisinde sürekli değişmiştir. Anaerkil ve ataerkil tüm toplumlarda bir cinsiyet grubu diğeri üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Toplumun erkeği ve kadını sokmuş olduğu kalıp artık onları o kadar ayrıştırmıştır ki, bazı toplumlarda kadın doğulmaz, kadın olunur hale gelmiştir. Artık kadının ve erkeğin yaptığı ve söylediği şeylere göre değil kadın ya da erkek tarafından yapılıp yapılmadığına göre doğru olup olmadığına karar verilir olmuştur. Kadının cinsel ilişkiye girip girmemesi kadının cinsiyetini belirler hale gelmiştir. Bu yüzden “Kadın mıdır? Kız mıdır? Bilmem” cümlesi söylenmeye başlanmıştsr. Kadının kız olup olmamasıyla ilgilenen toplum erkeğin cinsel ilişkiye girip girmemesiyle ilgilenmemiş, hatta zaman zaman bunu onur yükseltici bir eylem olarak görmüştür. Bunun aksine kadın için onur düşürücü bir eylem olarak algılamıştır. Toplumsal cinsiyet kavramı son olarak tekrar vurgulamak gerekirse, biyolojik farklılıklar veya özelliklerin dışında, cinsiyete göre toplumun kadın ve erkeğe yüklediği rol ve görevleri ifade eder.

Diyebilirsiniz ki; tamam da bunun ne alakası var engellilikle? Sakat hareketinin sosyal modele evrildiği zamanlarda birincil kuşak feminizm hareketinden oldukça etkilenmişlerdir. Tarih ilerledikçe feminizm ve sakatlık üzerine oluşturulan kuramlar birbirleriyle paralellik göstermeye devam etmiştir. Engelliler doğuştan ya da sonradan oluşan bazı sebeplerden dolayı biyolojik veya zihinsel olarak bir çeşitliliğe sahipler. Yani, biyolojik olarak sakat, sağır veya körüz. Bunlar bizim biyolojik özelliklerimiz. Ancak bu biyolojik özelliklerimizin dışında toplum bize biyolojik özelliklerimize göre bir rol, bir görev veriyor. “Kadın kocasının maaşı yetiyorsa çalışmamalıdır.” cümlesi ile “Engelli kendisini boş yere zorlayıp çalışmamalıdır.” cümlesi arasında hiçbir fark yoktur. Toplum sizin biyolojik özelliğinize rol vermekle yetinmiyor biyolojik cinsiyetinizden kaynaklanan rol ve görevleri de sırf sakat olduğunuz için size vermiyor. Engelli birini kadın ya da erkek saymıyor. Bir de üzerine vicdan yapıp, merhamet edip sizi mutlu edecek küçük ödüller vermeye çalışıyor. Toplum kendi hegemonyasının devamını ve kendi vicdani doyumunu bu şekilde sağlıyor. Toplum kendi oluşturmuş olduğu normların dışında olan her farklılığı eksiklik olarak görüyor. Norm görmek ise görememeyi, norm güçlü ve kuvvetli olmak ise güçlü ve kuvvetli olmamayı bir eksiklik olarak görüyor. Önce kendisi kişiyi eksik hale getiriyor daha sonra da kişinin eksikliğinden dolayı merhamet gösterip yardım ediyor. Bu iş kaldırımda yürürken bir kişinin orayı önce kasalarla, tahtalarla vb. yabancı cisimlerle yürünemeyecek hale getirip daha sonra da siz oraya gelince koşa koşa size yardım etmeye gelmesiyle eş değer bir şey. Buna “toplumun kendisini tanrılaştırması” diyebiliriz. Kendi gözüyle eksik veya kusurlu gördüğü yetmiyor, üzerine bir de kişiye biyolojik özelliğinden dolayı engel koyuyor, yetinmeyip bir de bizi düşünüp bizim yapmamız ve yapmamız gereken şeyleri sözde bizleri koruduklarını ve düşündüklerini söyleyerek belirliyorlar. Böylece, önce sakatlamış, sonra engellemiş ve daha sonra da kısıtlamış oluyorlar. Örneğin, tecavüze uğrayan kişiyi önce başına gelen bu durumdan dolayı suçluyoruz, suçladığımız kişiye karşı nefret suçunu işliyoruz, yetmiyor tecavüze uğrayan kişinin yaşamış olduğu fiziksel, psikolojik ve bilişsel çöküntüyü görmezden gelip üstüne tuğla koyuyoruz, kişiyi suçlu, kirli, pis, namussuz ve kız değil gibi kelimelerle ayrıştırıyoruz ve en sonunda onun başına gelen bu olaydan dolayı üzülüyor ve kendi başımıza gelmemesi için sadece dua ediyoruz. Önce kişiyi algılarımızla ve yaptıklarımızla mağduriyetini hazırlıyor, sonra o mağduriyetten kaçmak, korunmak istiyoruz.  Aynı şey engelliler için de geçerli değil mi? Toplum bizi önce algısında bir yere koyuyor, sonra bizi sınırlandırıyor ve kısıtlıyor, zaman zaman suçluyor ve bizim yerimizde olmak istemiyor.

Konuyu toparlamak gerekirse: aslında bir şeyin ne olduğu sizin onu nasıl algıladığınızla ilgilidir. Kadın olmayı, engelli olmayı, çocuk olmayı, yaşlı olmayı, eş cinsel olmayı veya farklı ırk, din ve renkten olmayı kusur, sapma, toplumun dışında kalma olarak görüyorsanız. Ben de toplumun normları içerisinde yer alanları kusurlu görebilirim. Bu yüzden önce biyolojik olarak sakattık, bu bizim için doğuştan gelen bir şeydi, bir eksiklikti. Daha sonra özürlü olduk, bu da bizim için kusurdu, yanlıştı, bozuktu. Sonra engelli olduk ki, toplum engellerini ortaya koydu. Sonunda kısıtlanmışlar veya sınırlandırılmışlar olmazsa iyidir. Bu süreçte dünyada kuramlar ve kavramlar değişirken bizde de sadece kavramlar değişmeye devam ediyor. Tıbbi modelden sosyal modele geçişten sonra kavramlarda değişmeler oldu. Bu gün hak temelli yaklaşım benimseniyor. Dergi yazarlarımızdan Engin abi ile konuşurken “embodiment” kavramından bahsetti. Bu kavrama göre kişi bir aktif sentezleyicidir ve bedensel ihtiyaçlarıyla toplumsal çevredeki yaşantıları sentezliyor ve bu sentez kişiden kişiye göre değişiyor. Biz toplum olarak bu kavramın ne kadar gerisindeyiz öyle değil mi? Bilimsel olarak bile eğitimde eksik yönlerimiz olduğu için farklı yöntemlere ihtiyacımız var, bilişimden bu yüzden uzak tutuluyoruz ve diğer tüm alanlardan. Siz farklılığı ve çeşitliliğe ne anlam yüklerseniz onu o anlama sıkıştırırsınız ve biri bu kalıbın içinden çıkmaya kalkarsa hemen dişleri gösterirsiniz. Bizi sakat gören de, kusurlu gören de, engelli gören de ve hatta engel olan da toplumdur. Toplum bizi nasıl görürse görsün siz kendinizi toplumun gözüyle görmeyin. Sözlerimi V. Finkelstein’in sözleriyle bitirmek istiyorum.

“Farklılıkları kutlayarak, insanlık ailesine katılmayı ve dolayısıyla insanlığı kutlamayı başarmış olacağız.” 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.