Toplam Okunma 0

“İnsanın eylemlerine gülmemeye, onlara göz yaşı dökmemeye, onlardan nefret etmemeye ama onları anlamaya çalıştım.” (B. Spinoza)

 

Bir gün küçük bir çocuk sorar, “Anne, Ay neden yuvarlak?” Annesi, “Ne yani, kare mi olsaydı?” diye cevap verir.

Ola ki; biz onu bildik bileli Ay kare olsaydı, aynı çocuk aynı soruyu, “Ay neden kare?” diye sorsaydı, sizce annenin cevabı ne olurdu?

Ay’ın kare ya da yuvarlak oluşunu, başka bir şekle göre daha tuhaf ya da daha sıradan kılan şey nedir? Cevap, “Hiçbir şey” ise; bir körün bilgisayarında ekran okuyucuya ihtiyaç duymasıyla, bir görenin akşam kitap okumak için ışık yakmasının gerekmesi arasında da, sıradanlık veya anormallik bakımından hiçbir fark yoktur.

Alışıldık veya yaygın olan, aynı zamanda olması gereken midir?

Bazen alışverişte elimiz kolumuz öyle bir dolar ki, bir para üstünü almakta zorlanırız. Böyle bir durumda, “Neden üçüncü bir elim yok?” diye düşünüp acı çekerek kendinizi eksik hisseder misiniz? Ya da mutlu bir gününüzde tüm aile üyelerine ve arkadaşlarınıza sarılmak istiyorsunuz, ancak hepsine aynı anda sarılacak kadar uzun veya çok sayıda kolunuz yok, mecburen tek tek sarılacaksınız. Bu kısıtlılık hali içinizi parçalar mı? On kişiye aynı anda sıkıca sarılamamanın eksikliğini hissedip üzüldünüz mü hiç? Eğer insanların çoğunun en az beş altı tane kolu olsaydı, bu sorularıma, “Manyak mıyım ben?” diyerek gülenlerin ciddi bir kısmının, yalnızca iki kolu olduğu için kahrından öleceğine eminim.

O halde nedir eksikliğin ya da tamlığın ölçüsü?

Az rastlanır olanın eksik algılanması ne kadar yanılgıysa, çoğunlukta olanın tam oluşu da aynı şekilde yanılgıdır.

“Ben mi üşüyorum yoksa hava mı soğuk?”

Hava soğuk olduğu için mi üşürüz yoksa üşüdüğümüz için mi havanın soğuk olduğunu söyleriz? Belki de ikisi de değildir…

Diyelim ki hava eksi beş derece. Çok düşük sıcaklıklara dayanabilecek bir yapımız olsaydı, eksi beş derecenin soğuk olduğunu söyler miydik? İnsan organizması olarak dayanabileceğimiz belli bir sıcaklık aralığı var ve biz buna göre yargıda bulunuyoruz. Yani “bize göre” soğuk. Ayrıca eksi beş derece, eksi on dereceye göre sıcak, sıfır dereceye göre de soğuk. Peki, hiçbir şeye göre olmaksızın eksi beş derece sıcak mıdır soğuk mudur? Cevap, ne soğuktur ne de sıcak. Eksi beş derece, yalnızca eksi beş derecedir. Sadece bunu söyleyebiliriz. Gerçeklik üzerine kesin yargıda bulunabileceğimiz alan son derece sınırlıdır. Hatta, yalnızca “eksi beş derece” dediğimizde bile, “Neye göre?” sorusuyla muhatabızdır. Hava neye göre eksi beş derecedir? Celcius ölçeğine göre. Yani aynı havayı santigrat cinsinden değil de, örneğin Fahrenhayt ile ölçersek sonuç farklı çıkacaktır.

Gerçekliğe ilişkin en nesnel olduğunu düşündüğümüz yargılarımız bile, belli bir varsayımsal temel üzerinde anlamlıdır. Örneğin, “Su 100 derecede kaynar” dediğimizde, “su” derken katışıksız saf suyu kastederek, deniz seviyesinde ve “derece” derken de Celcius ölçeğine göre bu yargının geçerliliğinden bahsediyoruz. Dışarıdaki “nesnel” gerçekliğin yalnızca tespitinde dahi, varsayımsal temeller ve görelilik kaçınılmazken, bir değer yargısı bildiren, “üzücü, normal, anormal, eksik, iyi, kötü, zor, kolay vb.” ifadelerin son derece öznel yorumlar olmaktan başka bir anlamı olması veya herhangi bir gerçeğe işaret ederek bir tespit bildirmesi mümkün değil.

Gerçekliğin bizim algıladığımız gibi mi olduğu, hatta gerçeklik diye bir şeyin olup olmadığı dahi ciddi bir şüphe konusuyken; en azından mümkün olduğunca yorumsuz bir gerçeklik tespiti yapmak istersek, örneğin kör bir kişi için diyebileceğimiz tek şey, “görmüyor oluşudur. Ve bu görmeme hali, kör kişinin doğasıdır. Olan, aynı zamanda olması gerekendir. Olması gerekenin işareti, olmuş olmasındadır. Bir şeyin özelliği, o şeyin doğasıdır. Daha basit bir ifadeyle, körün doğası görmemesidir, bunun ötesindeki her türlü durum veya yorum dışsal referanslıdır.

Bu bağlamda insanın doğası ise, yaşamını sürdürmek ve bilinç sahibi olmaktır. Kör veya değil, tekerlekli sandalyede veya ayakta, sesle veya işaretle, doğasına uygun yaşayan hoşnuttur.

Düşünüp anlayarak ve yaşam mucizesini deneyimleyerek kendi doğamı yaşıyorum, mutluyum.

Hal böyleyken, “Neden bazı çeşitlilikleri bir eksiklik, anormallik, sapkınlık olarak nitelemeye devam ediyoruz?” sorusu hala tepemizde bir giyotin gibi sallanmaya devam ediyor. Buna verilen yanıtlardan birisi, sakatlığın aslında bir hastalık olduğu yanılgısı oluyor. “Eğer sakatlık bir hastalıksa, ondan bir an önce kurtulmamız, tedavi olmamız ve düzelmemiz gerekir. Öyleyse tedavi ve çare aradığımız, kurtulmak istediğimiz bir şeyi doğal bir farklılık olarak görmek anlamsızdır.” Söylem bu. Fakat önemli bir yanılgı var: hastalık ve sakatlığın farkları. 1980 öncesinde yaşıyor olsaydık, sakatlığın da bir hastalık ve patolojinin sonucu olduğunu memnuniyetle kabul eden çok fazla insana rastlayabilirdik. Ama bugün en katı biyomedikal yaklaşımdan yana olanlar bile hastalıkla sakatlığı ayırıyor. Yani aslında akademik anlamda pek de tartışılmayan bir unsur bu. Fakat bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya pek meraklı bizler, durumu yeni sorguluyoruz. Kısaca Susser’un (1990) dile getirdiği gibi, hastalık sürekli ilerleyen dinamik bir olgu. Müdahale edilmezse kişinin yaşamını tehdit etmesi söz konusu. Amaç yaşamı devam ettirmek olduğuna göre karşılaşılan bu tehditle her biçimde mücadele etmek de tabii. Sakatlık dediğimiz şey ise, sebebi her ne olursa olsun, artık ilerlemeyen, sabit bir durum haline geliyor. Nedeni; geçirilen bir hastalık veya kaza olabileceği gibi, doğuştan gelen genetik farklılaşma da olabilir. Belirli bir noktadan sonra bunun önemi kalmaz. Sakatlık diye adlandırılan şey ister zihinsel ister bedensel olsun, bizim bir parçamız haline gelir ve onunla yaşarız. O durumda artık tıbbi müdahalenin pek bir önemi kalmaz. Kişinin mevcut durumuyla yaşamayı öğrenmesi söz konusu olur. Bilgisayarımı karıştırırken hastalık ve sakatlığın farklarını özetlediğim bir tabloya rastladım. Aşağıya alarak durumu toparlayayım.

Hastalık

Sakatlık.

Nedeni tıbbidir.

Nedeni sosyaldir

Sürekli ilerleme olasılığı vardır.

Genellikle sabittir.

Tedavi gerektirir.

Erişilebilirlikle tam katılım ihtiyacı vardır.

Doktor ve diğer medikal personel iş başındadır.

Sakatlığı engele dönüştüren tüm toplum ve devlet katmanları olayın içindedir

Kronik veya geçici olarak kişinin sağlığını olumsuz etkileyen durumlar olarak tanımlanabilir.

Çokluktan ayrılan yeti farkları olarak tanımlanabilir.

Bireysel çözümler söz konusudur.

Yeti farklılıklarının engele dönüşmesine mâni olacak sosyal çözümler gerektirir.

Amaç sağlığına geri kavuşmaktır.

>Sakat kişi yeti farklarından kurtulmayı değil, onunla yaşamayı öğrenmeye çalışır.

 

Yukarıdaki tabloda da belirttiğimiz üzere bizi sakatlayan şeyin nedeni aslında yeti farklarımız değil, onu engel haline getiren her türlü koşuldur. Durum bu kadar netse, neden insanlar olası bir tedavi için milyonlarca TL veya dolar harcamaya hazır görünür? Körlüğün, diğer yeti farklarının giderilmesi için çıkan haberler niye bu kadar çok reyting alır? Örneğin geçenlerde köklü bir derneğimizin şube başkanlarından birisi, “Bizler, kendi kendimizin yok olmasını isteyen bir kitleyiz.” diye açıklama yapmıştı. Eğer durum yalnızca bir yeti farkıysa, niye insanlar bundan kurtulmak için böylesine çaba harcar?

Yanıt o kadar basit değil ne yazık ki. Çok katmanlı. Ama yine de yavaşça üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışalım isterseniz. Birinci katmana şu soruyla başlayalım: bazılarımızın belirli özelliklerimizden memnun olmayıp onu tıbbi veya başka yollarla değiştirmek istemesi, o özelliğin gerçekten bir eksiklik olduğunu gösterir mi? Örneğin birinin kilo vermek veya almak istemesi, bedenine estetik yaptırma isteği, hakikaten bir eksikliğin mi, yoksa eksik hissetmeme çabasının bir ürünü müdür? Bence yanıt ikincisi, insanlar daha çok beğenilmek, daha sosyal hissetmek veya türlü sebeplerle kendi beden ve ruhları üzerinde değişiklik yapma gayreti içinde olabilirler ve bu çok doğal bir istektir. Ama bir kişinin kendisine saç ektirmesi, diğerinin saçını sarıya boyaması, aslında kelliğin veya esmer olmanın eksiklik olduğunu göstermez, kişinin bu şekilde görünmekten mutlu olmadığı anlamına gelir. Yani birinin kendi üzerindeki öznel yorumlarını, durumu genellemek için kullanamayız.

Meseleyi esmer, sarışın olma, uzun veya kısa boylu olmayla bir tuttuğumuzda, yeti eksikliğini savunan arkadaşlarımızdan çokça eleştiri alıyoruz. Durum bu kadar basit değilmiş. Aslında tam da bu kadar basit. Sadece bazı yeti farklarına koyduğumuz engellemeler, diğerlerinden çok daha fazla, hepsi bu. Gelin, bunu başka bir örnekle gösterelim. İşiniz veya okulunuz nedeniyle Japonya’ya gittiniz ve tek bir kelime Japoncanız yok. Orada yıllarca yaşamanız gerekecek. Tüm anonslar, tüm tabelalar, menüler, filmler her şey Japonca. Tam bir dil engellisiniz. Peki bu, Türkçenin Japoncadan daha yetersiz ve eksik bir dil olduğunu gösterir mi? Burada Japonca öğrenmeye çalışmanız Türkçeyi eksik bir dil yapar mı, yoksa sizin koşullara uyum sağlama çabanızı mı gösterir? Biraz daha ilerleyelim. Japon mahkemelerinde bir işiniz oldu ve ifadeniz alınacak. Soruların size Japonca sorulup yanıtlayamadığınızda, suçlu ilan edilmeniz kabul edilebilir bir şey olur muydu? Peki mahkemenin sona erebilmesi için sizin Japonca öğrenmenizin beklenmesi gerçekçi olur muydu?

Tekrar ve tekrar aynı sonuca varıyoruz, bir yerde mevcut bedensel veya zihinsel karakterinizi engele dönüştüren şey koşullardır. Campbell (2019) benzer yargıyı Budizm doktrinindeki bazı alıntıları yaparak çok güzel özetliyor. Paiccasamuppāda adı verilen doktrine göre dünyada hiçbir şey bağımsız gerçekleşmez. Her şey bir sebep-sonuç çerçevesinde gerçekleşir ve sebep ortadan kalktığında sonuç da değişir. Tüm olgular, birbirine bağlı olarak meydana gelir. Yazının başlarında da vurguladığımız gibi gerçeklik aslında karşılıklı değişen dinamik süreçler olarak görülmelidir. Her şey etkileşimli sebepler ağında var olur ve hiçbir şey zihinsel veya bedensel, bütünsel veya parçasal bağımsız değildir. Bir sebepte, ancak doğru koşullar oluştuğunda bir sonuç meydana getirir. Campbell Bunu Laszlo’nun (1972) “karşılıklı belirleyicilik” anlamına gelen inter determinasyon sistemler teorisiyle de destekliyor. Buna göre evren, bir ilişkiler çerçevesi olarak karşılıklı etkileşim içinde birbirini belirleyen sebep-sonuç sistemleri ve süreçleridir. Meseleyi böyle okuma Campbell’a göre bizi sakat - sağlam, normal - anormal ikileminden kurtaracak bir paradigma sunar. Birden fazla sistem, birden fazla doğru aynı anda var olabilir ve birbirini belirler. Tam o nedenle de, kişinin yeti farkını engel, dezavantaj, eksiklik haline getiren sebepleri irdelememiz gerekir. Yeti farkını engele dönüştüren koşulları saptayabildiğimiz zaman, bunları değiştirebilme ihtimaline de yaklaşmış oluruz.

Saptama süreci, o koşulları veya toplumu suçlamak anlamına gelmez ama mevcut durumunuz nedeniyle, kendinizi sorumlu ve suçlu görmeniz anlamına da gelmez. Önemli olan, mevcut özelliklerinizi koruyarak yeni durumla birlikte yaşamayı başarabilmektir. Bunun için de hem sizin birey olarak hem de toplumun ve çevrenin karşılıklı çaba harcamasına ihtiyaç vardır. Tüm bunları Japonca örneğine uyarlarsak, Japonya’daki tüm tabelaların Türkçe olmasını beklemek gerçekçi bir talep olmayacaktır. Diğer taraftan eğitim hayatınızda derslerin Japonca işlenmesi, sizi eğitim alma hakkından mahrum bırakacağı için sistemin değiştirmesi gereken bir husustur. Türkçenin ana diliniz oluşunu, kendi kusurunuz olarak kabul ettiğiniz an, hak taleplerinizden de vazgeçmiş olabilirsiniz. Yani Japonya’da eşit yaşamanızın tek yolunun, Japon gibi davranmanız, sular seller gibi Japonca konuşmanız olduğuna inandığınız an, Kamusal alanlarda Alacağınız tercüman gibi bireysel destekleri de talep edemez hale gelebilirsiniz.  Google çeviri gibi teknolojik çözümler, beden dili ve başka yöntemleri de aramak size umutsuz bir çaba olarak görünebilir. Çünkü Japonlaşmadan bir arada ve eşit haklarla yaşayamayacağınızı içselleştirmiş olursunuz.

Bu da bizi, daha derini kazmaya itiyor ve yeti eksikliği savunusunun pratik sonuçlarına getiriyor: sağlamcılık ve kanıksanmış sağlamcılık. Arkadaşlarımız bu tarz etiketlerden rahatsız. Ancak gelin sağlamcılığın literatürdeki tanımına bir bakalım. 1980’li yılardan beri feminizm ve sakatlık çalışmalarının gündeminde olan sağlamcılığın şu an kabul gören tanımını yine Campbell 2001’de yapıyor: Belirli bir benliği veya bedeni Maddi standart olarak üreten ve bunu tipik, mükemmel, sonuçta; önemli ve tam insan olarak yansıtan İnanç, süreç ve pratikler ağı. Öyle olunca, sakatlık eksik insan olma hali olarak kalıba dökülüyor (Campbell, 2001). Yukarıdaki tanımla eksiklik söyleminin farkı varsa bile bunu ben anlayamıyorum.

İsterseniz sağlamcılığı Campbell’in nitelemeleri üzerinden biraz daha okuyalım. Sağlamcı sistemler, sezgisel yaşamın sınıflandırılmasını, sıralanmasını, olumsuzlaştırılmasını, ihbarını ve önceliklendirilmesini içerir (Campbell, 2019). Yani sağlamcı bir yapıda maddi standart kabul edilen bir norm olduğundan, önce insanları yetileri üzerinden bu norma göre sınıflamak esas. Sınıflama ve farklılaştırma sonrası daha iyiden daha kötüye doğru onları sıralamak söz konusu. Sıralamada belirli bir düzeyin altında kalanı olumsuzlaştırmak, sapkın, anormal, eksik olarak nitelemek sağlamcılığın üçüncü elementi. Ardından ihbar geliyor yani eksik veya sağlam olarak sınıflayıp sıraladığınız kişileri yasal olarak etiketlemek, belgelemek ve politikaları ona göre belirlemek. Politika geliştirme boyutu bizi beşinci elemente götürüyor: önceliklendirmek. Yani bir hizmeti yaparken önce sağlam diye nitelediğiniz kişilerin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate almak, oradan bir şey artarsa sakatın taleplerine yer açmak.

Eğer siz gerçekten kurgusal bir normal insandan eksik olduğunuz doğrultusunda politikalarınızı belirlerseniz, bu önceliklendirmeye hangi gerekçelerle karşı çıkabilirsiniz. Örneğin, daha önce de tartıştığımız engellilerin sivil havacılık kuralları dayanak gösterilerek uçaklarda cam kenarına oturmaya zorlanması. Bunun nedeni sağlamcılığın önceliklendirme kuralı. Evet bu kurallar sizin uçağa herkes gibi inip binemeyeceğinizi ön görerek sizi önce uçağa alıyor, en son uçaktan çıkarıyor, zaman zaman indirimler bile sağlıyor. Ancak acil Bir tahliye anında normal olarak kabul edilen kişilerin hayatlarının kurtulması, sağlamcının tam insan olarak kabul etmediği kimselere göre daha önemli. Yeti eksikliği söylemiyle buna nasıl direnebiliriz?

Sağlamcılık kavramının iki temel unsuru var: normal ve yasal bölme. Campbell (2019) bu iki unsuru ve bileşenlerini şöyle özetler:

Normal. Sağlamcı öğreti hep bir karşılaştırma yaparak sakat bedeni ve zihni normalin dışında olarak bize sunar. Esasında sağlamcılık bir devamlılık algısıyla ve tek bir ideal, sabit, ölçülebilir ve sıralanabilir insan algısıyla evlidir. Bir kişi kendisini yokluklar nedeniyle yeterince geliştiremiyorsa, anormal sınıfına kolayca girebilir. Çünkü sağlamcılık sürekli bir ilerleme ve gelişme gerektirir.

Normal ve anomali arasındaki Yasal bölünme: Sağlam ve sakat tam olarak birbirinden ayrılmalıdır. Gri alanlar veya melezler olamaz. Ya sakatsındır ya sağlam. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir. Söz konusu bölünme iki yolla gerçekleşir: arındırma ve dönüştürme. Arındırma, insanların bir şekilde sınıflandırılması yoluyla yapılır ve bu, devletlerin politikalarına da yardım eder. Bozuk olanı saptamayı, haritalandırmayı ve hizaya sokmayı kolaylaştırır. Aslında hiçbirimiz sağlamcılığın sınıflandırmasına tam olarak uymayız ama farklılıklarımız dönüştürme yoluyla hizaya sokularak doğru sınıflandırma alanlarına girmemize yardımcı olur.

Anlattığım unsurlar sağlamcılığı daha iyi anlamamıza ve yeti eksikliği söyleminin bizi nasıl bir yola soktuğunu görmemize yardımcı olacak diye umuyorum. Asıl yardım edecek husus ise, kanıksanmış veya içselleştirilmiş sağlamcılık. Çünkü sakat birey ve örgütler olarak zaten toplumun normal algısıyla mücadele edip farklı çözümler arıyoruz. Ama ya bizler de birilerini daha sağlam ve kendimizi daha kusurlu niteleyip sağlamın üstünlüğüne, önceliklendirilmesine tartışmasız inanıyorsak? İşte esas üzerine düşünmemiz gereken nokta burada.

Campbell (2008) kanıksanmış sağlamcılığı meydana getiren üç durum olduğunu ortaya koyar. Bunlardan ilki parçalanmadır. Buna göre kanıksanmış sağlamcılığı benimseyen insanlar diğer sakatlarla görüşmek istemez ve normale uymak adına kendilerini onlardan ayrıştırmak ister. Kolektif bilinç yok olur. İkinci unsur ise normale öykünmedir. Buna göre bireyler norm olarak kabul ettikleri sağlama benzemek için ellerinden geleni yaparlar. Mesela mümkünse baston kullanmamak. Sakat parçalarını gizlemek.

Kanıksanmış sağlamcılığın üçüncü elementi ise, sakat bireyin, sağlam kişinin üstünlüğünü tartışmasız kabul ederek kendi kimliğinden vazgeçip normal olanın kimliğine asimile olmasıyla gerçekleşir. Böylece kişiler kendi durumlarını yetersizlik ve çaresizlik olarak algılayarak kendilerini yeniden ve yeniden yaralarlar. Ezilme bir kez içselleştirildiğinde kişinin kendini aşağı görmesi için çok fazla bir şeye ihtiyaç kalmaz.

Tüm bu teorik bölümü neden buraya aldım dersiniz? Kendimizi daha kusurlu görmenin uzun vadedeki korkutucu sonuçlarını bir kez daha düşünmemiz için. Bir örgütün kendi kendilerinin yok olmasını istemeleri ne anlama gelir? Talep ettikleri tüm hizmet ve düzenlemeleri kendilerine tanınan bir lütuf diye değerlendirmeleri sonucunu çıkarır. Çünkü yeti eksikliği olan birey ancak hoş görülen bireydir, kabul edilen değil (Campbell, 2008). Sakat bireyi sürekli yardım talep eden alan el olarak görmeye başladığınız an veren elin yaptığı ve verdiği kadarına razısınız demek olur.

Darling (2003) çeşitli sakat tipolojileri ortaya koyarken, sakatlığı olumlayan veya normalci olup sakatlığı tamamen bir eksiklik olarak gören iki karşıt tipolojinin yanında Crusader diye üçüncü bir tipolojiden de bahsediyordu. O zaman, bunu pek anlayamamıştım. Sözlüğe baktığımda, Crusader tipolojisinin 3 anlamına rastladım; hararetli Taraftar, mücadeleci ve Haçlı. Türkçe anlamları pek de bir şey ifade etmiyor. Darling’e göre bu tipolojiye sahip sakatlar ve aileleri sakatlığın bir eksiklik ve anormallik olduğuna en az normalciler kadar inanır fakat durumdan kurtulamayacaklarını veya tedavi olamayacaklarını bildikleri için hak taleplerinde sakatlığı olumlayanlarla birlikte hareket eder. Ne koparırsak kardır, anlayışına sahiptirler. Bir farkla, eğer bir biçimde haklarını kazanıp kendilerine göre normal denen noktaya ulaşırlarsa, sakat bireylerle olan ilişkilerini kesip “normal”e öykünmeye devam ederler. Bir nevi köprüyü geçene dek bir aradadır sakatlarla. Yeti eksikliğini bu derece hararetle savunan arkadaşlarımızı gördüğümde, Darling’in ne demek istediğini çok daha iyi anladım.

Bu tarzda düşündüğümüzde de, belirli haklar elde edemeyiz demiyorum fakat sakatlığı tedavi edilmesi, düzeltilmesi, mümkünse tamamen yok edilmesi gereken bir unsur olarak peşinen kabul ettiğimiz zaman, taleplerimiz hak noktasından çok yardım isteme noktasında kalabiliyor. Baştan, dezavantajı kendi doğamızın bir sonucu olarak içselleştirdiğimizde, hak taleplerini sesli otobüsler, erişilebilir oy kullanımı, engelsiz spor merkezleri değil, indirimli ve bedava biletler, refakatçili oy kullanımı ve yalnızca ayrı saatlerdeki sporla sınırlı tutma tehlikesi hiç az değil. Önemli olan sağlamcılığın kendisi değil aslında. Biz, “Onlar haklı.” deyip yeti farklılığımız üzerine inşa edilen engellemeleri kabul ettiğimizde, işte o zaman kaybediyoruz. Maalesef bu yüzden toplumun bizlerle ilgili basmakalıp yargılarını kendi tutum ve düşüncelerimizin parçası haline getirdiğimizde, yargılarımızın dayanılmaz ağırlığı, içinden çıkması hayli güç bir enkazın altında bırakıyor bizleri. Mücadeledeki asıl deprem de böyle bir şey galiba.

Bu uzun yazıyı Shain’in şu sözleriyle bitirmek yerinde olacak:

“İnsanlar bana, sakatlığımı ne kadar iyi aştığımı söylediğinde nefret ediyorum. Bana göre bu, bedenimden ayrı biri olduğumu anlatıyor. Ama bedenim benim ve ben bedenimden ibaretim. Buna sakatlığım da dahil. Bu, kim olduğumun bir parçası ve vücudumu güzel yapan şeyin bir parçası ve beni güzel bir insan yapan şeyin de bir parçası. Sakatlığım, kim olduğumdan ayrılamaz. Kendi bedenimin üstesinden gelemem.” (Shain,2002)

 

Kaynakça

 

Campbell, F.  2001. Inciting legal fictions: Disability’s date with ontology and the ableist body of the law. Griffith Law Review, 10: 42 – 62.

Campbell, F. A. K. (2008). Exploring internalized ableism using critical race theory. Disability & society, 23(2), 151-162. 

Campbell, F. K. (2019). Precision ableism: a studies in ableism approach to developing histories of disability and abledment. Rethinking History, 23(2), 138-156.

Darling, R.B. (2003). Toward a model of changing disability identities: A proposed typology and research agenda. Disability & Society, 18(7), 881-895.

Laszlo, E.  1972 . Introduction to Systems Philosophy: Toward a New Paradigm of Contemporary Thought. New York: Harper Torch. 

Shain, A.  2002. Intimate encounter participant quotes  Intimate Encounters Photographic Exhibition, producer B. MasonLovering.

Susser, M. (1990). Disease, illness, sickness; impairment, disability and handicap. Psychological medicine, 20(3), 471-473.

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.