Vaka 1. Bir arkadaşımla önemli bir çalışmada ekibiz. Arkadaşım kör değil. Birçok farklı projede birlikte fikir paylaşma ve üretme fırsatı bulduğum birisi. Çalışmamızın başında bir oyun oynatıyorlar hepimize. Amaç birçok spagettiyi birleştirerek en uzun kuleyi elde etmek. Kulenin tepesine de bir marşmelov yerleştiriliyor. Çalışmadakiler gruplara ayrılıyor. Arkadaşım, ben ve birkaç kişi daha aynı gruptayız. Masamızda spagettiler, bant, makas ve bir adet marşmelov var. İlk etapta görevin ne olduğunu pek anlayamıyorum ve spagettilere dokunup tam olarak ne yapılması gerektiğini kavramaya çalışıyorum. Bir de ne göreyim, tanıdığım arkadaşım bambaşka birine dönüşüyor, “Hayır, Engin elleme, dur yıkacaksın” nidaları. Sorularıma hiçbir grup üyesinden yanıt alamıyorum. Diğerlerinden daha yüksek bir kule yapmaya o kadar konsantreler ki, artık görünmez oluveriyorum.
Neden sonra süre dolunca beni hatırlayıp dokunmak ister misin diye soruyor, nazikçe reddediyorum. Bunu sonra kendisiyle paylaşıp, esasında bu başlangıcın amacının bir ekip çalışmasını ortaya koymak olduğunu anımsatıyorum. Pişman oluyor, ama artık ne anlamı var?
Vaka 2: Aile ve akrabalarla birlikteyiz. Bir yakınımız domino taşları çıkarıyor çantasından. “Ah! Bunları sen biliyormuşsun” diye sesleniyor bir başka akrabamıza. Y Akrabam büyük bir hevesle Dominoyu getiren X akrabamıza taşları, kuralları anlatmaya başlıyor. X akraba pek anlayamıyor başlangıçta. Dominoyu az çok bilen biri olarak araya girmeye çalışıyorum, birkaç cümle ediyorum ki, bir de ne anlayayım, kimse duymuyor beni. Hatta biri “Sen bu taşları anlayamazsın ki” deyiveriyor birden. Görünmez ve duyulmaz hale geliyorum. Körlerin en kolay ve herkesle beraber oynayacağı ender oyunlardan olan domino artık benim dahil edilmediğim, ama dahil edilenlerin bir türlü anlayamadığı bir oyun haline geliyor. Oynanan birkaç el durumu değiştirmiyor. Bizler yokuz.
Vaka 3: Belki tanıyanlar bilir. Abim Olgun Yılmaz avukattır. Yıllar önce yaşadığı bir icra davasını anlatıyor bana. Abim borçlu kişinin avukatı. Karşı taraf icra takibi için evlerine gelince abimin müvekkili “Bizim avukatımız var, bunu yapamazsınız” tarzı bir şeyler söylüyor. Karşı tarafın avukatı hiddetle haykırıyor: “Gözü görmez, eli tutmaz adamdan sana ne hayır gelir?” Bu olay bir davaya dönüşüyor. Avukat kendini şöyle savunuyor: “Sayın Hâkim, benim de yakınımda engelliler var. Ben hiç onlara kötü söz söyleyebilir miyim?”
Sevgili dostlar. Esasında epeydir ara vermiştim görünmezlik hikayelerine. Ama son aylarda yaşadıklarım daha yazacak, söyleyecek çok şey olduğunu hatırlattı bana. Yukarıdaki 3 vakanın ortak yönlerine bakalım mı beraberce?
Her 3 olayda engellileri tanıyan kişilerden söz ediyoruz öncelikle. İlkinde yakın bir arkadaş, ikincisinde yakın akrabalar ve üçüncüsünde de engelli yakınları olduğunu söyleyen bir avukat. Sonuçta hayatlarında ilk defa karşılaşmamışlar bir engelliyle. Hatta farkındalıklarının daha yüksek olması bile beklenebilir.
O zaman olayların ortak noktasına bakmalı belki de. Her üç olayda bir çeşit rekabet söz konusu. İlkinde zaten bariz bir yarışma var. En yüksek kuleyi elde etmek. Ya körler grubu yavaşlatırsa?
İkincisinde bir oyun ve heyecanlı bir anlatım. Tam bir rekabet yok belki, “Dur şimdi yetişkinler konuşuyor” hikayesi. Ne çok yaparız dimi bunu çocuklarımıza. Bir konuda biraz ileri gitsin veya bir lafa karışsın, “Sus büyükler konuşuyor” orada.
Üçüncü vaka ise tam bir rekabet. İş zora girince her türlü çirkinliği yapıp içindeki gerçek engelli algısını ortaya çıkarmak.
Biz Amerika’da Deniz’le birlikte NF B kongresindeyken, gerçekleşen bir boşanma sonrası, açılan bir davayı tartışıyorlardı. Babanın kör oluşu nedeniyle çocuğa bakamayacağını iddia ediyordu karşı taraf. Tamamen benzer bir durum. Evlenirken, birlikte yaşarken sorun olmayan bir şey boşanınca bir koz olarak kullanılıyor.
Anlattığım vakaların başka bir ortak noktası daha var: Yardıma muhtaçlık. Bunu önceki yazılarda da sıkça anlatmışımdır. İş, sağlamlık sakatlığa gelince sağlam olan sakatı hep yardıma muhtaç ve acziyet içinde görür. Elinden tutulmalı, yemeği verilmeli, çayı koyulmalı, korunmalı, kollanmalıdır. Hal böyle olunca benim koruyup kolladığım, nasıl olur da bana yol gösterebilir ikilemi dengeyi bozar.
Birinci vakada arkadaşım, iş bir yarışmaya gelince, bir körün kendisine yardım edebileceği fikrini anlayamıyor bile. Bilişsel çerçevesini alt üst edebilir böyle bir şey.
İkinci olayda, durum daha net. Engelli kişi, suyu yemeği verilen, seven sevilen, aman çarpmasın uf olur denen bir çocuk. Nasıl olur da karışır yetişkinlerin işine?
Üçüncüdeki avukat belki de koluna giriyor bir körün karşıdan karşıya geçerken. Mavi kapak topluyor, bağışlar yapıyor bir ihtimal. Hangi hakla ve hadle karşısına çıkabilir ki bir tanesi sakat haline bakmadan?
Evet, değerli dostlar. İçimizdeki sağlamcıyı yok etmeden daha çok görünmezlik hikayesi yazarız bu satırlarda. Ve yardım, sosyal sorumluluk adı altında sus payı diye verilen geçici maddi ve manevi sadakaları kabul ettiğimiz müddetçe daha çok görünmez olacağız ev, iş ve okullarda.
Geçen sponsorluk için konuştuğum bir firma yetkilisi şunu söylüyordu: “Vallahi Engin Bey Önce bizim bütçemizi kestiler”. Bir ekonomik dar boğaz düşünün, önce hangi harcamalar kesiliyor dersiniz? Sosyal sorumluluk ve yardımlara ayrılan masraflar. Sakatlık konulu politikaları yardım temelinden çıkarmadığımız müddetçe, tek muhatap alınacağımız nokta onlardan aldığımızda duymamız beklenen takdir cümlelerimiz olacak. Aksini zorladığımızda ise görünmezlik kalkanı bizi engellemeye devam edecek.
Bu yüzden bırakalım oynamayı, bırakalım sahte şefkat gösterilerini ve çıkaralım maskelerimizi.