Şaşırmak güzel şey… Şaşırmak demek, zihin dosyamıza eklenen bir veri daha demek; sinir hücrelerimiz arasında bir bağlantı daha demek. Şaşırmak demek yeni bir şey algılıyor olmak demek ve yeni bir şey öğrenmenin müthiş hazzı demek; Aristoteles'in dediği gibi "İnsan doğası gereği bilmek ister, duyularından aldığı haz da bunun en açık kanıtıdır."
Her deneyiminde ilkleri yaşayan bebeklerin ve çocukların sık sık şaşırması bundandır. Yıllar önce kaldırım kenarında boş bir kola kutusuyla oynamakta olan bir çocuğa hayretle bakakalmama sebep olan da böyle bir şeydi; yere çömelmiş kola kutusuna bakan çocuğun gözü önünde fiziki bir hadise yaşanmıştı; bir rüzgâr esmiş ve boş kola kutusu hafif bir tıngırtı eşliğinde devrilmişti; durumu hayretle izleyen çocuk olaya tepkisiz kalamamış ve şu tek kelimelik cümleyi kurmuştu: "Düştü!" Ben de "Çocuk insanın atasıdır!" diyerek çocuğun tepkisini hayretle incelemiştim ve benim de bu çocuğa kilitlenip kalmış olmama hayretle bakan biri vardı yanımda. Başka başka şeylere de olsa şaşırmakta olan üç kişiydik birbirini tanımayan.
Çocukların yeni şeyler algılama çabalarını veya yaşamdaki ilginç detaylara duyulan ilgiyi ve bir de bugüne kadar şakası çokça yapılmış olan, eve girip selam veren kişiye "Geldin mi?" diye sormak gibi sıradan durumları bir kenara bırakırsak, şaşkınlığa eklenen tespitte bulunma ve bir çıkarım yapma arzusuna da değinmek lazım. Örneğin en az dört beş kişinin bulunduğu bir mekânda, hafif sarsıntılar hissedilir, ilk birkaç saniye içinde deprem olduğu algılanır, duruma anlam verilir ve sonrasında grup içinden bir dahi çıkar ve şu eşsiz tespitte bulunur: "Deprem oluyor." Böyle durumlarda şartlar ne olursa olsun içimden yükselen şu sese engel olamam: "Hadi ya!" Yine de acımasızlık etmeye gerek yok, deprem de en nihayetinde sık sık karşılaştığımız bir şey değil, üstelik tehlikeli bir durum…
Hiçbir açıklama getiremediğim ve hiçbir yere koyamadığım asıl tepkisellikse, sıradan insanın bir engelliyle karşılaştığında sergilediğidir. Önce belli belirsiz bir hayret ve bu hayrete eşlik ederek hemen arkasından gelen tespit çılgınlığı… Elinde bastonla tek başına yürümekte olan bir görmeyenin çevredekilerce fark edildiği anda en çok duyduğu tespittir herhalde: "Görmüyor…"
Kalabalık bir yolda on dakika yürüyen bir görmeyen, en az on kez, sağdan, soldan, arkadan duyar bu dâhiyane tespiti: "Kız görmüyor, adam görmüyor…" İnsanın deli olası ve bu kişilere tek tek dönüp, "Evet görmüyor, ne var?" diye sorası gelir. Sıradan insanın uzaylı görmüşçesine kapıldığı çaresiz hayret, içimde acıma duygusu uyandırır o insanlara karşı. Yüzlerdeki o masum hayrette insanın en ilkel halini görürüm; o kişiden ziyade insan denen şeye karşı, insan doğasının tuhaf ilkelliğine karşı, güçlü maskesinin ardındaki zavallılığa karşı müthiş bir acıma…
İnsanlara çok yüklendiğim veya kızdığım sanılmasın; hadi çocuklara lafım yok da en az yirmi otuz yıldır hayatta olan, şehirde yaşayan, modern ve uygar görünümlü bir insanın engelli bireye karşı duyduğu hayret bende acıma uyandırıyor. Zavallı hayreti takip eden tespit hamlesiyse kızdırıyor, çünkü o tespitin sebebi sadece bilinçsizlik. Anladık şaşırdın, anladık cahilsin ama sesli bir şekilde "Görmüyor" demenin altında yatan, görmeyen kişinin dış dünyayla hiçbir bağlantısının olmadığı zannı. Görmeyi, "her şey" demek zannettikleri için, aynı zamanda duymuyordur, hissetmiyordur, burnu da koku almıyordur vs. sanıyorlar herhalde. Diyelim ki, sıradan insan çok da sık karşılaşmadığı bir şeyle karşılaştı, mesela saçlarını yeşile boyamış biriyle karşılaştı, muhtemelen ona da uzaylı görmüş gibi bakacak ama onun duyacağı şekilde "Saçları yeşil" demeyecektir, çünkü görünüşü farklı da olsa duyacağını bilmektedir.
Şu yaptığım değerlendirmelerin ne kadarı yerindedir? Kafamda bunu analiz etmekteyken, yol kenarında duran iki talihsiz liseli ergenden biri arkadaşına, "Görmüyor" dedi sessizce. Yanındaki arkadaşı da mı görmüyordu acaba? Yoksa ilkelliğin bilinçsizlikle birleşiminden doğan tespit çılgınlığı mıydı ona bu üst düzey çıkarımı yaptıran? Birden dönüp umulmadık yüksek bir sesle, "Ama duyuyor!" dedim; ergen beklenmedik bir şeyle karşılaştığı için afalladı, biraz da korktu; korktuğunu fark edince neşem yerine geldi; "Üstelik konuşuyor da di mi?" diye ekledim; gençlerin hala gülmeye başlamamış olması benim içimdeki gülme isteğini bastırmama yetmedi, sesli bir kahkaha attım, şaşkınlıkları beni daha da güldürüyordu, ancak onlar gülmedikçe benim gülmeye devam etmem daha da tuhaf bir hâl alıyordu; deli olduğumu düşünüyorlar herhalde dedim içimden ve ekledim: "Üstelik bir de deli di mi?"
Karşımda dili tutulmuş iki ergenle ne yapacaktım şimdi? Diyebileceğim en iyi şeyi, belki de tek şeyi dedim: "Düşünün biraz!"
İşte bu iki genç, o günün anısına, İstanbul'un varoş bir semtinde, üzerlerindeki okul forması ve yüzlerindeki şaşkın ifadeyle, iki düşünen ergen heykeli olarak, o duvar kenarında dururlar hala…