Bir gün!
Herkesle aynı anda.
Erişilebilir biçimde.
Her filmi izleyinceye,
Her kitabı okuyuncaya,
Her eğitim kurumuna engelsizce girinceye,
Üretime eşit katılıncaya,
Her yazılım, donanım ve web sayfasını dolu dolu kullanıncaya,
Her cadde, sokak ve mekânı özgürce gezinceye,
Tüm yaşamı eşit, erişilebilir, engelsiz kılıncaya dek,
Mücadeleye devam edeceğiz.
Merhaba değerli okurlar. Yukarıda okuduğunuz sözler, 15-18 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz Beyaz Baston ve Erişilebilirlik Festivali’nin resmi sözü haline geldi desek sanırım abartıya kaçmış olmayız. Festivalin her günü, her etkinlik sonrasında bu erişilebilirlik sözünü, hem kendimize, hem kamuoyuna birlikte verdik. Bu yazıyı hazırlarken de, erişilebilirlik sözüne çalışma hayatına eşit katılım boyutunu ekleyerek son şeklini vermiş olduk.
Aslına bakarsanız, klişeleşmiş sloganlar, içi boşaltılmış yeminler çok da tarzım olan şeyler değil. Çünkü bu tür şeyler zamanla anlamından arındırılıp içi boşaltılarak şov malzemesi olarak kullanılabiliyor. Ancak zaman zaman da hem kendimize, hem topluma gerçekten erişilebilirliğin ne olduğunu, tam olarak ne istediğimizi anlatmak gerekiyor. Bunun için de, yüzlerce sayfa akademik makale ve kitabın yapamadığını bazı vurucu cümleler yapabiliyor. Erişilebilirlik sözü de böyle bir arayışın sonucu olarak ortaya çıktı.
Hikâye, ilk olarak haziran ayında CNN Türk’te yayınlanan Fark Yaratanlar programına kadar dayanıyor. Bildiğiniz gibi Sabancı Vakfı tarafından belirlenen yılın fark yaratanları arasında geçen yıl ben de yer almıştım sesli betimleme çalışmaları nedeniyle. İşte 2014 Haziran ayı içerisinde o yıl fark yaratan seçilen kişilerin konuk olarak katıldıkları Cüneyt Özdemir’in BeşN BirK programındaydık hep birlikte. Yaklaşık kırk beş dakika sürecek programda herkesin üç dakika civarı bir süresi vardı ve projesini anlatması gerekiyordu. Sahne önünde konuşmak, insanlara bir şeyler anlatmak çok yabancı olduğum ve zorlandığım alanlar değildir genellikle. O nedenle aşırı bir kaygı taşımıyordum. Ama program başladığı sırada düşünmeye başlamıştım. Gerçekten ne olabilirdi ki fark yaratmak? İnsan ne yaptığında ve onu nasıl yaptığında fark yaratabilirdi? Bir yerlerden hibe bulup gösteri uğruna proje yapıyormuş gibi görünmenin ötesine nasıl geçilebilirdi? Her şeyden başka engellilik ve erişilebilirlikle ilgili anlatmak istediklerimi birkaç dakika içinde nasıl anlatabilirdim?
Program başladığında kafamda bu düşünceler vardı. Ve nihayet söz sırası bana geldi. Sesli betimleme çalışmalarını ve önemini kısaca sıraladıktan sonra konuşmamı şöyle bitirdim: “Cüneyt Bey, bir gün sizinle yan yana her filmi izlediğimizde, çıkan her kitaba birlikte eriştiğimizde, tüm eğitim kurumlarına engelsizce girdiğimizde, asıl o zaman fark yaratmış oluruz.”
Programı kaç kişi izledi, kimsenin umurunda oldu mu bu sözler bilemiyorum. Ancak bu başlangıç bir yol haritası çizmek adına kafamda bir şeylerin oluşmasını sağladı diyebilirim.
Geçtiğimiz Eylül ayında bu sefer Engelsiz Bilişim Fuarı’ndaydık. Törenin açılışı hep bildiğimiz başka bir skandala sahne oluyordu. Güya bir belediye, erişilebilirlik ödülü alacaktı ve çalışmalarını sergilemek adına bir tanıtım filmi gösteriyordu tüm salona. İçinde hiç konuşma olmayan, salt görüntülerden oluşan ve betimlenmemiş bir film. Tıpkı son engelsiz üniversiteler çalıştayında yapıldığı gibi.
Bu ödül töreninde, tesadüfe bakın ki, Sesli Betimleme Derneği’nin ödülünü almak da bana kısmet oldu. İşte bu ödülü alırken, salondaki o haklı hoşnutsuz havayı dağıtmak için bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim ve erişilebilirlik sözünü ilk kez bu ödül töreninde vermiş olduk tüm salonla birlikte. Ancak Bir Engelsiz Erişim üretimi olan erişilebilirlik sözünün resmi olarak kullanıldığı ilk platform Beyaz Baston ve Erişilebilirlik Festivali oldu.
Hikâyesi böyle. Dedim ya bu tür sözleri klişelerden kurtarıp içini gerçekten doldurabilmek önemli diye, gelin şimdi bu sözdeki ibareleri tek tek analiz edelim ve ne demek istediğimizi daha açık ortaya koyalım.
Bir Gün Herkesle Aynı Anda, Erişilebilir Biçimde
Sözlük anlamını bir tarafa bırakırsak, erişilebilirlik, bir şeyin kişilerin farklılıklarına da yanıt verecek biçimde tasarlanması olarak nitelenebilir. Örneğin; bir tuş takımındaki 5 rakamı üzerindeki o minik noktacık, bir kör için müthiş bir erişilebilirlik sağlar ve tüm numaralara bir anda hâkim olmasına yol açar. Bir filmde bulunan altyazı, işitme engelli birinin herkesle birlikte o filmi izlemesine imkân verir. Bir otobüsteki rampa, tekerlekli sandalye kullanıcılarının toplu taşımadan faydalanmasına yardım eder. Bazen “Pilav saat altı yönünde” demektir erişilebilirlik, bazen bir bankada müşterisiyle işaret dili kullanarak konuşmak. Bazen lamba düğmelerini daha alçağa koymaktır, bazen binadaki viledayı yolun ortasına koymamak. Örnekler çoğalıp gider. Ama erişilebilirlik herkesle aynı anda, aynı hizmetlerden eşit biçimde yararlanınca bir anlam kazanır. Körlere özel bir okul yapmak, fiziksel engelliler için bir otel inşa etmek, engelliler için ayrı mezarlıklar ve parklar yapmak değildir erişilebilirlik. Asıl olan, her okulu, her oteli, her parkı, her web sayfasını, her filmi herkese hitap edecek biçimde düzenlemektir. Evrensel tasarım ilkesi de bunu ifade eder. Aksi çalışmalar kişileri ayrıştırmaktan öteye gidemez. İyi niyetli bile yapılsa, kişileri ayrı alanlara hapsedecek düzenlemeler, toplumdaki genel erişilebilirliğin ve toplumsal kaynaşmanın önündeki en büyük engeldir. O yüzden biz engelli örgütleri, istemlerimizde ve taleplerimizde, yeni gettolar yaratmak yerine mevcut olanı dönüştürmek yoluna gitmek zorundayız.
Her Filmi İzleyinceye
Erişilebilirlik sözüne ilham veren sesli betimleme olduğu için her filmi ibaresini başa yerleştirdik. Sıralama, birinin diğerinden daha önemli veya önemsiz olduğunu göstermiyor. Buradaki amaç her örgütün nasıl bir vizyon izlemesi gerektiğini ortaya koymak. Ülkemizdeki rakamlara baktığımızda, her filmi erişilebilir biçimde izlemekten oldukça uzak olduğumuzu görüyoruz. İnternete şöyle bir göz attığımda karşıma şu istatistikî bilgiler çıkıyor. 2011 yılında 70’i yerli olmak üzere 288 film vizyona girmiş. Bu rakamlar 2012 yılında 61’i yerli olmak üzere 281 olmuş. 2013 yılına geldiğimizde 86 adedi yerli 321 filmle tanışmış ülkemizdeki izleyiciler. 2014 yılının ilk altı ayında da toplam 107 film gösterime girmiş ve bunların 51 tanesi yerli yapımmış. Yani 2011 yılından 2014 yılının haziran ayına dek, toplam 997 adet film gösterime girmiş görünüyor. Bunlara yalnızca festivallerde gösterilen veya yalnızca DVD’leri çıkan yapımlar dâhil değil. Peki, sesli Betimleme Derneği’nin güncel rakamlarına baktığımızda ne görüyoruz derseniz, Olgun Yılmaz’dan aldığım son bilgilere göre şu ana dek 292 adet filmin sesli betimlemesi yapılmış. Bunların 130’a yakınında altyazı ve işaret dili de mevcut. Üç buçuk yılda vizyona giren film sayısıyla karşılaştırdığımızda nispeten fena olmayan bir manzara gibi görünse de, yapılan filmlerin yalnızca bu üç buçuk yılı kapsamadığını belirtmemiz gerekir. Bugüne kadar toplam film adedinin kaç olabileceğini düşünürsek, rakamlar ideal olmaktan çok uzak. Bunun yanında DVD’siyle aynı anda çıkabilen film sayısı iki elin parmaklarından daha az. Peki, vizyona girdiği anda sesli betimlemesi yapılan bir film var mı derseniz, Türkiye için bunun yanıtı kocaman bir hayır maalesef. Hâlbuki Amerika ve İngiltere’de artık vizyona giren yapımlarda sesli betimleme ve altyazı seçenekleri, sıradan bir olay haline gelmiş. Dijital sinema teknolojisinin gelişmesiyle artık engelli kişiye bir telsiz kulaklık vererek herkesle aynı anda aynı filmi izlemesi rahatlıkla sağlanabiliyor. Ülkemizde ise bu altyapıyı kurabilen bir sinema yok.
İşin tiyatro boyutuna baktığımızda durum çok daha vahim bir hale geliyor. Ülkemizde iki tane deneme amaçlı yapılan tiyatro betimlemesi dışında betimlemeli veya işaret dili versiyonlu izlenebilen bir tiyatro oyunu yok bildiğimiz kadarıyla. Bir yıl içinde sahnelenen kesin oyun rakamlarına ulaşamadım ne yazık ki. Ancak Sabah Gazetesi’ndeki bir değerlendirme yazısından çıkardığım rakamlara göre 2013 yılında İstanbul’da şehir tiyatrolarında 53, devlet tiyatrolarında da 28 oyun sahnelenmiş. Haberin yazarı birkaç özel tiyatrodan da örnekler vermiş. Buna göre, 6 özel tiyatroda 39 farklı oyun sahnelenmiş. Tahmin edebileceğiniz gibi bunların hiçbiri sesli betimlemeli değil. Hâlbuki yurt dışında sayıları az olsa da, tiyatro oyunları, canlı canlı yine telsiz kulaklıklar yardımıyla simultane biçimde betimlenebiliyor. Hatta bazı oyun seanslarında görme engelli kişinin önceden gelerek sahneyi ve dekoru incelemesi bile sağlanabiliyor.
Gelin sesli betimleme yapılabilecek bir başka etkinliğe bakalım: Müzeler. Vikipedi’den aldığım rakamlara göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 98 müze müdürlüğü ve 92 özel müze olduğunu görüyoruz. Bu müzelerde erişilebilirlik adına neler yapıldığı ise tam bir muamma. Bazı müzelerde kulaklıklar yardımıyla eserlere ait bilgilerin verildiğini biliyoruz. Ancak gerçek anlamda sesli betimleme yapılan veya kişilerin sergilenenlere dokunmasına izin verilen kaç tane müze var, başka bir araştırma konusu. Bu konuda festivalimizde de yer alan Maden Tetkik Arama (MTA) kurumunun müzesini tebrik etmeden geçmeyelim. Burada birçok fosil, ayak izi ve benzer şeye dokunmak mümkün.
Ancak böyle istisnai örnekler olmakla birlikte, genel bir erişilebilirlikten söz etmek hiç mi hiç mümkün değil maalesef.
Sonuç olarak görsel olan her şeyin erişilebilir hale gelmesi gibi bir hedef kapsamında “Her Filmi İzleyinceye” başlığını değerlendirmemiz gerekiyor ve anlıyoruz ki, daha yapacak çok işimiz ve kat edecek çoook yolumuz var.
Her Kitabı Okuyuncaya
Mayıs 2006. Engelsiz Erişim olarak Taksim ve Kadıköy’de haykırıyoruz. “Herkesle aynı anda, aynı kitabı okumak istiyoruz”. Binlerce dilekçe toplamıştık o zamanlarda. Her kitabı çıktığı anda okuyabilmek, hem Türkiye’de hem dünyada, milyonlarca mürekkep baskı erişim engeli olan kişilerin rüyası. Aslında elektronik kitabın çıkışı, körler için bilişim devrimi, bu alanda ciddi bir ilerleme yaşanmasını sağladı. Artık insanlar bir kitabı satın alıp tarayıcı ve kameralarla elektronik ortama aktarıp bilgisayarlarıyla veya mobil cihazlarıyla okuyabiliyorlar. Ama mücadele bitmedi ve bitecek gibi de görünmüyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun geçtiğimiz son üç yılda yayınlanan kitap sayılarına bakarsak, dağın eteklerini bile göremediğimizi daha iyi anlayabiliriz. 2011 yılında, 39 bin 247 kitap, 258 elektronik kitap (DVD, VCD, CD), bin 37 web tabanlı elektronik kitap yayınlanmış. 2012 yılında 39 bin 367 kitap, 311 elektronik kitap (DVD, VCD, CD), 2617 web tabanlı elektronik kitap için ISBN alınmış. 2013 yılının kitap oranları ise 42 bin 655 kitap, 1981 elektronik kitap (DVD, VCD, CD), 2299 web tabanlı elektronik kitap olmuş. Anlaşılacağı üzere elektronik kitap ve web tabanlı yayınlarda 1300 civarlarından 4 binlere varan bir artış var. Diğer taraftan bu üç yıl içinde 120 binden fazla esere resmi olarak engelsiz erişim yok.
Öte yandan GETEM’deki toplam eser sayısı 31 Ekim 2014 itibariyle 15 bin 528 olarak görülüyor. Bir yılda yayınlanan eser sayısının yarısı bile değil. İşin gerçeği; GETEM, TÜRGÖK, Milli Kütüphane tarzı yapılanmalar iyi niyetli çabalar olmakla birlikte, buralarla kitap erişimini sağlamaya çalışmak 10 tonluk bir suyu çay bardağıyla boşaltma çabasından öteye gidemez. Engelli örgütleri olarak daha kurumsal çözümlerin peşinde koşmak zorundayız. Yakın zamanda çıkan derleme yasası ve yönetmeliği aslında tüm yayınevlerine çıkardıkları kitabın elektronik bir kopyasını paylaşma zorunluluğu getiriyor. Ama yasa ve yönetmeliğe ne uyan var ne de bunlara niçin uyulmuyor diye denetleyen.
Özellikle matematik, fizik gibi ders kitaplarının erişilebilirliği içler acısı durumda. Sözün özü hayata tam katılım ve tam erişim adına her mürekkep baskılı eserin engellilerin erişebileceği farklı formatlarda da üretimi için çaba harcamamız bir zorunluluk.
Her Eğitim Kurumuna Engelsizce Girinceye
Eğitim kurumlarındaki engeller, önyargılar, sen yapamazsınlar halen ciddi bariyerler olmayı sürdürüyor. Yüksek öğretim öncesi halen kaynaştırma mı ayrı okullar mı tartışması sürüp gidiyor. Kaynaştırma kaynatma eğitim haline geliyor, özel eğitim okulları bilinçli bir biçimde kaderine terk ediliyor. Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin ortaya koyduğu sonuçlar gerçeği çok daha iyi gözler önüne seriyor. Eğitime erişebilen engelli oranı tüm öğrencilerin yalnızca yüzde bir buçuğu. Her 100 kişiden 2 kişi bile engelli değil yani. Engelli sayısının toplam nüfusa oranının yüzde 12 civarı olduğu düşünüldüğünde durumun vahameti çok daha iyi kavranabilecek zannımca.
İş yüksek öğretime geldiğinde rakamlar daha da vahim bir tablo ortaya koyuyor. Yüksek öğretime giden kişilerin yalnızca 10 binde 35’i engelli.
Engelli öğrencilerin bölümlere göre dağılımını içeren bir istatistiğe rastlamadım maalesef. Ancak görme engellilerin hukuk, tarih, edebiyat, uluslararası ilişkiler gibi sözel bölümlerde yığıldıklarını biliyoruz. Diğer bölümleri seçmeleri geçen seneye kadar ÖSYM kılavuzunda bile tavsiye edilmiyordu. Birileri körlüğün doğasının farklı bölümlerde okumaya engel olduğuna karar veriyordu. Buna karşı çıkanlar da gerçekçi olmamakla suçlanıyorlardı. Bilişimle uğraşan onca kör olduğu halde, halen bir bilgisayar mühendisi, bir bilgisayar programcısı, bir matematikçi, bir tıp fakültesi öğrencisi görme engelli çıkaramadık. İşitme engellilerin yüksek öğretime katılımı çok çok kısıtlı. Ders kitaplarındaki şekil ve grafiklerin erişilebilir hale getirilmesi, betimlenmesi gündem de dahi değil.
Eğitim kurumlarına engelsiz giriş, yalnızca oralarda bulunmayı içermiyor, tüm ders materyallerinin, sınavların ve gerekli şartların da erişilebilirliğini gerektiriyor. Ayrıca eğitim kurumlarında fiziksel erişilebilirlik halen ciddi bir sorun. Birçok okulda fiziksel engelliler için bırakın asansörü, tuvaletler bile bulunmuyor.
O nedenle karar mekanizmalarına bizzat engellilerin dâhil olduğu, eşit, ayrımcılıktan uzak, herkesle aynı ortamda bulunulabilen ve bireysel farklılıklara saygı duyulan eğitim ortamları için, cesurca mücadele edecek arkadaşlarımıza ihtiyacımız var.
Üretime Eşit Katılıncaya
Hiç kuşkusuz çalışma yaşamına tam ve eşit katılım olmadıkça, gerçekten eşit ve engelsiz bir hayattan söz etmek mümkün değil. Engelli kişilerin de herkes gibi hem tüketimde hem de üretimde eşit şartlarda yer alması toplumsal entegrasyonun vazgeçilmez bir unsuru ve üretime eşit katılım yalnızca kişileri bir yerde istihdam etmenin çok çok ötesinde bir olgu. Ancak bu noktadan bile baksak, onca kampanyalara, o kadar seçim yatırımlarına karşın, halen idealin oldukça uzağındayız. İş bulabilmek engelliler için ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. Yine Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin verileri bize ışık tutuyor. 2005-2013 yılları arasında iş arayan 401375 engelli bireyden yalnızca 249591 kadarı iş bulabilmiş. Üstelik bu rakamlar sadece iş arayanları kapsıyor. İş aramaya bile cesaret edemeyen, evlerinden çıkamayan kişilerin sayısını bilmiyoruz. Ayrıca bu tabloda kadınların yine ciddi bir dezavantaj içinde olduğunu gözlemliyoruz. 10 yıl içinde her 6 erkeğe karşın, bir engelli kadın iş bulabilmiş. Bütün bunların yanında, kesin bir kaynak bulamadım; fakat özel sektördeki engelli istihdamının çok daha az olduğunu biliyoruz.
Bu rakamlar bize önemli bir resim gösteriyor; ancak her şeyi anlatamıyor. Kişileri işe yerleştirmek, tüm sorunlarını çözdüğümüz anlamına gelmiyor. İstihdam sonrası yaşam ve çalışma koşulları açısından yeni araştırmalar yapmamız şart. Birçok engelli işe girdikleri halde kendi işlerini yapamıyor. Yerleştirildiği işte terfi alabilen engelli sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Çalıştığı yerde mobbing yaşadığını belirten, çalışma arkadaşları veya amirleri tarafından dikkate alınmadığını, gizliden veya açıktan hakarete varan sataşma ve yok saymalarla karşılaştığını ifade eden birçok arkadaşımıza rastlıyoruz.
Aşağıda da göreceğimiz üzere iş yerlerinde kullanılan yazılımların birçoğu engelli erişimi açısından çok ciddi sıkıntılar taşıyor. İşyerlerinde düzenlenen hizmet içi eğitimlerde, sınavlarda ve toplantılarda engelli bireylere yer ve söz hakkı verilmeyebiliyor.
Burada şu noktayı kaçırmamak zorundayız. Bir kişiyi amme hizmeti yapmak için işe yerleştiremezsiniz. Engelli kişinin de herkesle eşit biçimde üretime katılımını sağlamamız ve bunun önündeki engelleri kaldırmamız çok önemli. O noktada da engelli kişiyi yalnızca yasal zorunluluk ve kontenjanlar sayesinde istihdam etme mantığından kurtulup, kişinin yetkinliklerine gerçek değerinin verilmesi yolunda bir vizyon değişikliğine ihtiyacımız var. Yani artık kaç kişinin istihdam edildiğinin ötesinde, kişilerin nasıl istihdam edildiklerine odaklanmak zorundayız. Bunu yaparken de, toplum ve işverenlerle mücadele verdiğimiz kadar, kendi engelini çıkar için kullanıp suiistimal eden engelli kişi ve örgütlerle de mücadele etmemiz gerekiyor.
Her Yazılım, Donanım ve Web Sayfasını Dolu Dolu Kullanıncaya
İstanbul Erişilebilirliği İzleme ve Denetleme Komisyonu sorumlusu Halis Kuralay’la minik bir telefon konuşması yaptım bu yazı hazırlığı kapsamında. Çok ilginç bir şey söyledi. Erişilebilirlik denetimleri yalnızca fiziksel erişim boyutunda yapılıyor. Yönetmelikte, bina, açık alan ve toplu taşımanın erişilebilirliği konusunda denetim yapma yetkisi var. Web erişilebilirliği, yazılımların erişilebilirliği noktasında kesin bir standart ve denetim yok. Yani yetkililer erişilebilirliği TDK sözlük anlamında bile değerlendirmemiş: web sayfalarına erişim. Hâlbuki web erişilebilirliği noktasında Web Accessibility Initiative tarafından ortaya konmuş gayet somut standartlar var. www.w3.org/wai adresinde web sayfalarının erişilebilirliğiyle ilgili sürekli güncellemeler yapılıyor ve bilgiler veriliyor. Maalesef bu uluslararası standartların güncellenen son sürümünün resmi bir Türkçe çevirisi dahi yok. Bunu geçtik, her web tasarımcısının bilmesi gereken temel web standartları olduğu halde, Türkiye’de telekomünikasyon şirketleri ve bazı bankalar dışında uygulayanı pek yok. Halen TC kimlik numaramızı bile güvenlik kodu olmaksızın öğrenmek mümkün değil.
Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı’nda günlük kullanılan yazılımların erişilebilirliği çok çok zayıf ve ekran okuyucularla uyumu çok düşük düzeyde. Yazılımların erişilebilir olması, istihdamın sağlanması ve verimli iş gücü açısından da kritik öneme sahip bir husus. Ancak bu noktada, daha standartları ortaya koyup denetleyebilmiş değiliz.
İşin donanım boyutu da gitgide daha ciddi bir sorun olmaya başlıyor. Her geçen gün, çamaşır makinesi, ocak tarzı beyaz eşyalarda dokunmatik kullanım artmaya başladı. Bir tek evlerde mi, hayır. İş yerlerinde fotokopi makinelerinden santral sistemlerine, donanımlarda dokunmatik tasarımlar hızla artıyor. Bu tarz dokunmatik cihazlarda erişilebilirlik sıfıra yakın. O nedenle donanım boyutunda da standart bir erişilebilirliğin sağlanması, böyle eşyaların akıllı telefonlarla yönetilebilir olması gibi çözümler konusunda engelli kamuoyunun harcadığı çabayı arttırması her geçen gün daha ciddi bir gereksinim haline geliyor. Konuyla ilgili bu sene yapılan Engelsiz Bilişim kongresinde Engin Albayrak’ın Donanımlara Engelsiz Erişim standartları başlıklı çok güzel bir sunusu oldu. Bu sunuma göre, tüm donanımların takip edebileceği ve akıllı telefonlarca kontrol edilebilen bir standart geliştirilirse ve tüm donanımlar bu standarda göre üretilirse, donanım erişilebilirliğinde önemli bir adım atılabileceği öneriliyordu. Bugün için bir hayal. Ama engelsiz erişimin ana sloganının da “Hayaller Yaklaşmakta Olan Gerçeklerin Gölgeleridir” olduğundan yola çıktığımızda tüm donanımları erişilebilir yapabilecek standartların oluşturulması, doğru bir çaba harcandığında aslında o kadar da ütopik değil. Önemli olan yazılım ve donanım erişilebilirliğinin ciddi bir sorun olduğunu kavrayıp ona göre aksiyon alabilmek.
Her Cadde, Sokak ve Mekânı Özgürce Gezinceye
Erişim deyince nedense tek anlaşılan konu fiziksel erişim. Denetimler ve uzatmalar da bu bağlamda yapılıyor. Bir nebze sonuç da veriyor bunlar. Sesli anons yapan otobüslerdeki artış, kılavuz izlerin yaygınlaşması gibi sonuçları son 10 yıl içinde görebildik. Ama Toplumsal Haklar ve Araştırmalar derneğinin rakamlarına kulak verdiğimizde bambaşka bir tablo çıkacak karşımıza. Bilgi edinme kanunu çerçevesinde alınan bilgilere göre 61 ilde hizmet veren 12417 toplu taşıma aracının yalnızca yüzde 33’ünde fiziksel engelliler için rampa, yüzde 7’sinde sesli anons sistemi ve yüzde 6’sında işitme engelliler için bilgilendirme ekranı bulunuyor. Cadde ve sokaklarda da durum bundan farklı değil. 51 ildeki 11538 cadde ve sokağın yalnızca yüzde 16’sında rampa, yüzde 3’ünde hissedilebilir zemin ve yüzde 2’sinde sesli sinyalizasyon bulunuyormuş. Yani cadde ve sokakların erişilebilirliği tıpkı kitap ve filmlerde olduğu gibi işin daha çok başında.
Ayrıca hava alanı, alış veriş merkezi, otel ve hastane gibi kapalı alanlardaki erişilebilirlik konusunda uzun ve yorucu bir mücadele bizleri bekliyor. Bu noktada da bir vizyon değişikliğine ihtiyacımız var aslına bakarsanız. Genellikle fiziksel erişim ulaşılabilirlik olarak ele alınır ve burada belirlenen standartlar daha çok fiziksel erişimi kapsar. Rampa, asansör, engelli tuvaleti, kapı girişleri, kılavuz izler vs. Halbuki, artık ulaşılabilirlikte bilgi edinmeyi de mücadelemizin tam göbeğine koymak zorundayız. Gittiğimiz bir yerdeki tabelalar, etiketler, afişler, hava alanlarındaki çıkış kapıları, lokantalardaki menüler ve sayısı arttırılabilecek birçok örnek. Yani mekân erişimi salt bir yere fiziksel olarak ulaşabilmekten çok ulaşılan yerde nitelikli biçimde istenileni yapmaktan geçiyor ve ulaşılabilirliği bilgi edinmekten bağımsız düşünemeyiz. Bu yüzden, mekânsal ulaşılabilirlikteki kodlarımızı ve mücadele alanımızı yeniden tanımlamamız ve genişletmemiz gerekli.
Sonuç
Yukarıdaki verileri kötümser veya iç karartıcı olmak için yazmadım. Sizleri umutsuzluğa sürüklemek için de değil. Aksine, ortaya somut bir resim koymak için belirttim bunları. Bir yol haritası çizebilmek için.
Engelsiz Erişim olarak erişilebilirlik sözünü verdik, çünkü bu söz gelecekteki mücadele alanlarımızı belirleyecek.
Hep birlikte söz veriyoruz:
Tüm yaşamı eşit, erişilebilir, engelsiz kılıncaya dek mücadele etmeye devam edeceğiz.
Siz de bize katılmak ister misiniz?
Not: Bu yazıdaki Kaynakça bölümü Derginin PDF dosyasında yer almakta olup, dergimize abone olduğunuzda bu bölüme erişebilirsiniz.