Sevgili okurlar, sıkı durun. Size “Yok artık bu kadar da olmaz” diyeceğiniz bir olay anlatacağım. Baştan belirteyim, bu yaşanmış, gerçek bir olay. Herhangi bir kitaptan veya filmden alınmış bir öykü ya da hayal ürünü değil.
Ufak bir yolculuk sırasında bir sohbete kulak misafiri olmak durumunda kaldım. Çoğunlukla tek taraflı bir sohbetti. Anlatıcı hararetle olayı anlatıyor, o anı sanki yeniden yaşıyordu. Bir yandan da kendisine yöneltilen soruları gururla cevaplandırıyordu. Bu yazıyı okuduklarında ne düşüneceklerini, neler hissedeceklerini, nasıl bir tepki vereceklerini de merak ediyorum. Tabii eğer okurlarsa. Umarım okurlar.
Yazıma konu olan olayın ana kahramanı olan anlatıcı, kendisine bir engelli kimlik kartı almış. Bunu çok müthiş bir şey yapmış, büyük bir başarıya imza atmış gibi övgüyle anlatıyor. “Nasıl yani, ama senin bir engelin yok ki?” diye soranlara ise şöyle anlatıyor: “Hastaneye gittim, ‘Kulaklarım iyi duymuyor’ dedim. Doktor önce beni muayene etti. Bazı testler yaptı. Testler aşırı derecede kulak tırmalayıcıydı, çok rahatsız oldum ama dayandım. Duymuyor numarası yaptım. Doktor bana ‘Kulağına gelen sesleri duyunca bu düğmeye bas’ dedi ama ben çoğuna basmadım. Ne sorduysa anlamazlıktan, duymazlıktan geldim. Doktor ‘Kastamonu’ diyor, ben ‘Kars’ diyorum. Bazılarına hiç cevap vermiyorum ki inandırıcı olsun. Rolümü öyle güzel oynadım ki doktor duymadığıma inandı. O ne dediyse anlamazlıktan geliyorum, tersini söylüyorum. Bazı sorularına hiç tepki bile vermiyorum, inandırıcı olmam gerek. Muayene bittikten sonra elindeki kâğıda bir şeyler yazıp beni heyete gönderdi. Öyle sevindim ki, içten içe ‘Oh be!’ diyorum, gülüyorum. Gerçekten ama kolay değildi o seslere tepkisiz kalmak. Heyete gittim. Orada neredeyse on farklı doktor vardı. Hele de bir psikolog hekim vardı ki beni alttan alta süzüyordu. Saf saf baktım yüzlerine. Ne gerek var sanki bu kadar doktora görünmeye? Zaten kulak doktoru beni iyice muayene etti, raporu yazdı. Daha niye bu kadar uğraştırıyorlar ki? Neyse heyette de yine kulak doktorlarının muayenesinden geçtim. Onları da atlattım ve nihayet yüzde elli ikilik engelli sağlık kurulu raporunu kaptım.”
Dinleyiciler burada araya giriyor: “Sen araba da alırsın o raporla.” Dinleyicilerden başka biri araya giriyor, “Araba alamaz, yüzde doksan olması gerekiyor raporunun.” Anlatıcı itiraz ediyor: “Yok ya, alırım ama arabayı sakatlara veriyorlar herhalde.” Anlatıcımız yüzde elli ikilik raporu almış ama hala kendisini “sakat” görmüyor olmalı. Başka biri giriyor sohbete: “Aslında biliyor musun ben de rapor alabilirim ama istemiyorum. Psikolojik olarak kötü hissederim kendimi.” Anlatıcı sözü tekrar alıyor: “Niye ki? Bak, ne güzel ben bütün otobüslere, metrolara bedava biniyorum. Hiç para vermiyorum. Akşama kadar gezebiliyorum. Hem otopark ücreti de ödemiyorum. Önceden günde en az iki kere otopark parası veriyordum. Hani yaşlılar otobüse para vermiyorlar ya, beni de onlardan sandı geçen gün bir güvenlik görevlisi. Turnikeden geçtikten sonra çağırdı yanına. ‘Kartına bakacağım’ dedi. Çok genç gösterdiğimi söyledi. Yaşlıların kartından kullanıyorum sanmış. Ben de ‘Yok, bu yaşlı kartı değil engelli kartı’ dedim. Çıkarttım, gösterdim kartımı. Vallahi öyle güzel oldu ki çok işime yarıyor bu kimlik kartı.” Sohbetin bundan sonraki bölümünü bilmiyorum çünkü ben artık ineceğim durağa gelmiştim.
Engelliliği “kişinin bedenindeki eksikliği, kusuru, yetersizliği” olarak tanımlayan tıbbi modelin ne kadar yetersiz olduğunu gözler önüne seren örneklerden sadece biri bu olay. Erişilebilirliğin sağlanması yerine ücretsiz ulaşım, muafiyet gibi ayrımcı uygulamalar öne çıkarıldığında ekonomik şartların ağır olduğu toplumlarda etik değerleri özümsememiş kişiler tarafından kullanılıyor bu uygulamalar. Alınan sağlık kurulu raporlarının birbirini tutmadığı, kişilerin aldığı eğitimi, bireysel yeteneklerini, ilgi alanlarını bilmeden, hiç tanımadan hangi mesleği yapacaklarına doktorların karar verdiği tıbbi modeli her alanda otorite olarak gördüğümüz sürece böyle trajikomik olaylarla daha çok karşılaşacağız gibi görünüyor.