Toplam Okunma 0

Uzun süredir yazmak istediğim ama hep ertelediğim bir yazıydı bu. Sanırım erteleme sebebim yazarken tekrar tekrar bunları düşünmek zorunda kalmanın iç sıkıntısı olacağındandı. Zaten gündelik deneyimlerimde beni yeterince yoran ve iletişim kurmaktan kaçınacak hale getiren deneyimler…

 

“Yine de bir elinle kapıyı aralarken

Öbür elindeki titreme dünyanın anadili.”

Cemal Süreya’ya ait bu dize; benim birçok insanla iletişim kurarken ki halet-i ruhiyem.

 

“Otistik olduğumu söylemek” ile “Söyledim de ne değişti?” arasında kurulmuş bir ipte cambaz gibi aşağı düşmeden yürümeye çalışsam da genel olarak vardığım yer, “Söyledim de ne değişti?” oluyor. 

 

Eğer benim gibi çalışan ve akademik kariyer yapmış otistik kişiyseniz önce zaten insanlar otistik olduğunuza inanmayabiliyor. Raporunuzun olduğu bilgisi en azından bu konuyu tartışmaya kapatmış gibi olsa da bu kez de “ama sen şunu yapabiliyorsun. Ee, bunu da yapabiliyorsun” gibi sınır aşıcı birçok irdelemeye maruz kalabiliyorsunuz. Otizmin “görünmez engel” olması yaşadığınız deneyimi de görünmez kılıyor. 

 

Otistik kişiler nörotipik dünyada yaşamaya çalışırken maskeleme yapabilirler. Maskeleme otistikleri zorbalıktan, şiddet görmekten vb. koruyan bir şey gibi görünse bile maskeleme yapmanın kendisi de ayrı bir tükenme sebebidir. 

 

Kendi deneyimlerimden her ikisinin de ne kadar içinden çıkılmaz bir hal aldığını örneklerle aktarmaya çalışacağım.

 

Uzunca bir süredir terapi desteğiyle kendimi daha iyi tanımayı ve yapıma uygun önlemler almayı öğrendim ve hala öğreniyorum. Bu sadece otistikler için değil hepimiz için ölene kadar öğrenilecek bir süreç olsa gerek.

 

Peki kendime dair bu bilgiler beni korumaya yetiyor mu? Çoğu zaman, hayır. Çünkü kamusal bir alanda çalışıyorum. Hastane, alışveriş merkezi vb. yerlerde halletmem gereken işlerim oluyor. Nörotipik normlara göre düzenlenmiş kamusal alanlarda kendimi koruyabilmem çok da mümkün değil. Toplum değişmeden, kamusal alanlar dönüşmeden otistik kişilerin fiziksel ve psikolojik olarak olumsuz etkilenmeden yaşaması imkânsız.

 

Ses hassasiyetimden dolayı ses kesici kulaklık kullanmaya (utanmadan kulaklığı takabilmem bile uzunca bir zamanımı almıştı) başlamam kişisel olarak aldığım önlemdi. Kulaklığı takmak demek, aynı zamanda maskeyi indirmek de demekti.

 

Her gün kulaklıkla ilgili saçma sorulara ve alaycı tutumlara maruz kaldım. Yaşadığım deneyime inanılmadı ya da küçümsendi. Ben utanmadan takmayı öğrendim.

 

İş yerinde duyusal erişilebilirlik talep ettiğim için hâlâ inanmakta zorluk çektiğim tepkilere maruz kaldım. Bunları yaşarken ben tüm ayrıntısıyla “neyi nasıl deneyimlediğimi” anlatmaya çalışıyordum iyi niyetimle. “Belki bilirlerse anlarlar” diye düşündüm her seferinde. Ancak görmedikleri şeyin bilgisini de kabul etmedikleri ile yüzleştim. Bende ciddi fiziksel acıya, duygusal çöküşe, enerji düşüklüğüne ve kafa karışıklığına neden olan duyusal tetiklenmelerin, toplumun nezdinde “şımarıklık” ve “abartı” olarak görüldüğünü deneyimledim.

 

İş yerinde insan üstü bir çabayla bedenimi ve zihnimi dağılmaktan korumaya çalışarak günün sonunu getirmeye çalışıyorum. Ancak dışarıdan somurtkan, sert ve iletişim kurmayan biri gibi görülüyorum. İş çıkışı üç beş kişilik gruplara, “İyi günler” demek bile o kadar zor ki. Hepsinin aynı anda, “İyi günler” demesinden dolayı oluşan kakofoni başımda acıya neden olduğundan sessizce geçip gittiğim oluyor. Eskiden yine de kendimi zorlar iletişim kurardım. Ancak artık bu konuda maskeleme yapmamaya çalışıyorum.

 

Bazen zaten sadece evime gidebilecek enerjim kaldığından iletişime tamamıyla kapanabiliyorum.

 

Bazen evime bile desteksiz gidemiyorum. Bekleyip toparlanmak ya da birinin beni evime götürmesi gerekiyor.

 

Düz olmayan iletişim içimde depremler yaratıyor. Düz olduğum için yargılanıyorum. 

Çok basit önlemlerle kendimi ait hissedebileceğim daha huzurlu olabileceğim ilişkiler, iş ortamları olabilecekken, bu önlemler alınmadığı için güvensizliğin kucağında sallanıyorum. 

“Zor, esnek olmayan, şımarık, tuhaf” gibi etiketler karakterimin üzerine giydiriliveriliyor.

En ufacık bir tartışmada “iletişim bozukluğu” olan taraf ilan ediliyorum. Mesela çok basit bir talebim, “Senin otistik özelliklerine göre mi hayatımı düzenleyeceğim?” cümlesine çarpıyor. Maskeyi indirmek demek hep haksız ilan edilmeyi de göze almak demek o yüzden. 

Talep etmeyi, iletişim kurmayı bırakıp kendi sessizliğime çekilince de “Ama sen söylemezsen biz bilemeyiz ki” deniyor.

Hayatımı zorlaştıranlar, benim “zor” olduğumu söylüyor.

Tek bir norma göre kamusal alanları düzenleyenler, erişilebilirlik taleplerini karşılamayanlar, benim “esnek olmadığımı” söylüyor.

İnsanların deneyimlerinin birbirinden farklı olabileceğini kabul edemeyenler, benim “şımarık” olduğumu söylüyor.

Sadece nörotipik iletişim tarzına uyum sağlamamı bekleyenler, iletişim kurmadığım için tuhaf olduğumu söylüyor.

Toplum almadığı sorumluluğun faturasını her zaman yeti çeşitliliği olan kişilere kesmenin bir yolunu buluyor. En konforlusu da “damgalayıp” toplumdan ayırmak oluyor.

Tabii konu otizm gibi görünmez engel olunca süreç daha karmaşık bir hal alıyor.

Mesela sağ elim olmasaydı, sağ elimle bardak tutamayacağım için kimse beni “şımarık”, “tuhaf”, “zor” veya “esnek olamayan” bir kişi olarak damgalamazdı.

 

Kendi sağlamcılığı ile yüzleşmeye isteksiz veya bu yüzleşmenin sorumluluğunu almak istemeyen insanların karşısına, var oluşunu savunan bir özne olarak çıkmanın bedelinin genellikle nefrete maruz kalmak olduğunu öğrendim.

 

Sonuç olarak:

Otizm benim var oluşumun bir parçası. Ve otistik olmaktan memnunum. Toplumun üzerime zorla giydirmeye çalıştığı bu kıyafetleri de çıkarıp atmayı öğrenmeye başladım.

Kimse benim kurtarıcım değil.

Kimsenin merhametinin öznesi değilim.

Deneyimlerime saygı duyulduğunda ben de kendimi sıradan hissetmenin konforuna bırakacağım…


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.