Toplam Okunma 0
Siyah-beyaz bir görselde, yıkık binalar içerisindeki enkaz tozunun arasından çok büyük bir el karşıya açık bir şekilde duruyor.

Deprem, millet olarak hepimizin elini ayağını kesti. Yediğimiz yemekten, içtiğimiz sudan, en çok da yattığımız yataktan ve sıcacık evlerimizden utanır olduk. En azından ben böyle hissediyorum ve çevremde konuştuğum pek çok kişi de aynı şeyleri duyumsuyor. Peki ne yapıyoruz? Sosyal medyadan duyurulması gerektiğine inandığımız şeyleri paylaşıyoruz. Gücümüz varsa bir miktar para gönderiyoruz yardım kuruluşlarına veya verilen İBAN numaralarına. Sonra....

 

Biz buna benzer bir şeyleri hatırlıyoruz değil mi? Yaklaşık yirmi dört yıl önce yaşadığımız. O zamanlar da benzer şeyleri hissetmiştik. “Sorumlular yargılansın” diye avaz avaz bağırmıştık. O zamanlar teknoloji bu kadar gelişmiş değildi, sesimizle yırtınıyorduk. İlk birkaç yıl “Unutmadık, unutturmayacağız!” dedik. Unuttuk. Biz unutunca unutmak isteyenlerin ekmeğine Vakfıkebir tereyağı sürüldü. Şimdi farklı mı olacak? Umut etmek istiyorum ki olur. Ancak bu konuda umutsuzum.

 

Nurşen'in taslak yazdıklarını okuyunca kendi 17 Ağustos anılarım canlandı. Ben de anlatmak istedim. 1999, aile olarak bizim için zaten acıyla başlamıştı. Otuz iki yaşındaki dayımı kansere kurban vermiştik soğuk bir Şubat gecesinde. Daha bir ay geçmemişti, ben belden aşağı felç geçirdim. O zamanlar Devic hastası olduğumu bilmiyorduk ve şoka girmiştik. Zaman durmuyor ki baş döndürücü bir hızla sürdürüyor seyrini. Ağustos gelmişti bile. Ben destekle de olsa yürüyordum artık. Dayımın acısına alışmıştık. Ankara'ya dedemleri ziyarete gitmiştik. Sohbet muhabbet uzayınca geçten geç herkes kalabalık evde bir yerlere dağılmış uyuyorduk. Dedemlerin evi o zamanlar içten merdivenli, iki katlı bir evdi. Ben alt katta yatıyordum. Gecenin bir körü gümbür gümbür kapıya vurma sesiyle uyandık. Dedemlerin temel komşusu Hüseyin Amca'ydı kapıyı can havli ile çalan. Bir yandan da bağırıyordu. "Şükrü Bey, Şükrü Bey!" En küçük dayım kapıya yürüdü. "Hayırdır" dedi. "Dışarı çıkın, deprem oldu. Yine olacakmış" dedi Hüseyin Amca ve ekledi. “Herkes meydanda toplanıyor.” Bir an mahşer geldi aklıma. Ölmüşüz de mahşer meydanında toplaşıyormuşuz gibi. Her düşündüğümde içim ürperir hala. Evde uyananlar, uyuyanları uyandırmaya, bir yandan da giyinmeye çalışıyordu. Aklımda kalan bir replik de Mustafa Dayım ile annem arasındaki küçük bir konuşma. Annem kapıda ayakkabısının birini bulmuş, telaşla diğerini arıyor, dayım tuttu kolundan annemi kapı dışarı attı, "Çık dışarı boş ver" diye. Kardeşim beni kucağına aldı. Sokağa çıktık.

 

Arabası olanlar şimdi olduğu gibi arabalara doluştu. Dedemlerin mahalle, Her bir sokağın birbirini paralel kestiği yokuşlarla dolu bir mahalle. Bazı yokuş bölümlerin altı boş ya da bodrum gibi şeyleri yapmak için oymuşlar mı ne? Arabaları bu boşluk alanlardan çektiklerini anımsıyorum şoförlerin. O zamanlar cep telefonları yok. Millet radyolara sarılmış. Merkez üssü nere? Neler oluyor memlekette? Duyan diğerlerine gazete muhabirliği yapıyor. Sonunda öğrendik ki merkez üssü Gölcük ve çok yıkım var. Ertesi gün her şey gün yüzüne çıktı. Söz konusu Marmara Bölgesi ve hele İstanbul olunca akrabası olmayan mı var? Bizim de var. Babamın uzaktan amca oğullarından birinin eşi ve kızının enkaz altında olduğu haberi duyuldu. Babam Ankara'dan giden ekibe katıldı ve İzmit'e gitti. Fısıltı gazetesi Tüpraş'ta yangın olduğunu ve yayıldığını yazdı. Ödümün koptuğunu hatırlıyorum. Sonra bir korkuyu da başka bir fısıltı haberde yaşamıştım. Babam henüz dönmemişti. Salgın hastalıkların başladığını ve karantina ilan edileceğini, giriş çıkışların kapatılacağını söylüyorlardı. Malum o zaman yazdı ve cesetler daha çabuk çürüyordu.

 

Deprem sonucu pek çok insanın engelliler camiasına katılması kaçınılmaz. Şimdi düşündüm de mesela Gölcük depremi sonrasında kaç kişi sakatlandı? Haberimiz var mı? Böyle bir istatistik tutuldu mu? Bu deprem sonucu öyle bir değerlendirme olmalı bence. O insanların travmayı atlatması için destek sağlandı mı mesela? Şimdi öyle bir girişim var mı? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan görevlilerin gittiğini duymuştum sanki bir yerlerden. Ancak ileriki zamanlarda sanırım bu desteğe daha çok ihtiyaç olacak. Tabii uzmanları daha iyi bilir. Sakat kalan insanların rehabilitasyonu için de bir şeyler yapılması gerekli. Muhakkak ve mutlaka. Geçen bir WhatsApp mesajı okudum. İstifa etmiş, eski bir baş hekimmiş iddiaya göre mesajı yazan. Bozkurt selinde yetkiliymiş. Şimdi devlet görevlisi olmadığı için görevli başka bir arkadaşa Bozkurt felaketi üzerinden olabilecekler ve yapılacaklar hakkında bilgiler yazmıştı. Çok da mantıklı şeylerdi bildirdikleri. Mesela yardım ekiplerinde çalışanlar ve gönüllülerin de sakat kalabilme ihtimallerinden söz ediyordu. Olmayacak bir şey mi? Bunlara karşılık alınabilecek önlemleri bile yazmıştı. Dikkat ediliyor mu ki acaba?

 

İzmir'de yaşayan biri olarak elbette çok deprem duyduk. Şükür yıkıcı olanı yaşamadık. En azından şimdilik. Allah bu acıyı unutturmasın ve bir daha böyle acılar yaşatmasın. Her şeyi Allah'a havale etmek yeterli mi? Elbette değil. Akıl, fikir ve vicdan vermiş. Kullanmayı bilene. Hepimizin boynunun borcudur kullanmak ve kullanmayanları sorgulayıp cezalandırmak. Nasıl başlamıştık?

 

Masum değiliz hiçbirimiz.

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.