Toplam Okunma 0
Braille ile yazılmış bir sayfa ve sayfadaki noktalar üzerinde gezinen çok yakın planda çekilmiş parmaklar

Bildiklerini unutmamak üzere garantiye almanın yoludur yazı. Üstelik bu sayede başkalarıyla iletişim kurabilir ve geleceğe bugüne dair not iletebilirsiniz onunla. Bundandır ki yazının bulunmasıyla birlikte tarih çağları iki dev gruba ayrılır. Tarih öncesi ve tarih çağları olarak. Yani tarih, yazının icadıyla başlar.

 

TDK’nin elimde olan eski tarihli Büyük Türkçe Sözlüğünde yazı tanımlarından ilk madde şöyle: “Düşüncenin belli işaretlerle tespit edilmesi, yazmak işi.” Vikipedia sitesinde ise "Yazı; ağızdan çıkan seslerin, fikirlerin ve görüşlerin mimik yardımı olmaksızın iletilmesini sağlayan, insanlar tarafından bulunan belirli işaret ve işaret sistemleri" olarak tanımlanmaktadır.

 

Yazı ile kendini ifade etmek herkesin kendine özgü bir durumdur. Bu kendileri çoğalarak toplumu ve kültürleri oluşturur. Bu kültürün de bir yazı şekli olur. Mesela Sümerler “Çivi Yazısı” denen bir sistemle tarihe damgalarını vurur. Mısır uygarlığı ise “Hiyeroglif Yazısı” denen resimlerle ifade etmişler geleceğe kayıtlarını. Bu temeller üzere harfler ve alfabe sistemleri gelişmiş bildiğiniz üzere.

 

İnsanlık var olduğu sürece farklılıklar da vardı elbette. Körler, sağırlar, sakatlar, siyahlar, çekik gözlüler vs. çeşit çeşittiler. Düşünceler yazı denilen bir sistemle taşa, toprak kaplara, kil tabletlere metale veya kağıda döküldü coğrafyasına veya çağlara göre. Oysa kör insan dokunarak okuyabilirdi. Kafasındakileri elleriyle hissedebileceği şekilde yazmalı ve yine aynı şekilde okumalıydı.

 

On dokuzuncu Yüzyıla gelene dek insanlar arasında okuma-yazma bilenlerin oranı muhakkak çok daha azdı. Bu sebeple körler anlatılanları aklında tutup aktarmakta diğerlerinden çok da farklı durmuyordu. Belki de bu yüzden bin sekiz yüzlü yıllara değin körlerin yazı diline dair pek bir şey bilinmiyor ya da ben bilmiyorum. Toplumların okur-yazarlığı arttıkça, kafasında ışık yanan körler okumak ve kitaplarla genişleyen dünyada yer bulmak istediler. Bunlardan biriydi Louis Braille.

 

Louis Braille’in (1809-1852) yaşamını konu alan bir kısa film varmış aslında. 1998 Kanada yapımı çok eski bir film. Ancak bugüne değin Türkçe dublajı yapılmamış ne yazık ki. Filmi “SEBEDER Tartışmaları” adlı Google grubunda Engin Yılmaz paylaşımı ile öğrendim. Çok ilgimi çekti. Engin biz İngilizce bilmeyenler için filmi ElevenLabs sistemi aracılığıyla yapay olarak Türkçe dublajlı hale getirmiş. Bu sözüne ettiğim versiyonunu GETEM'DE BULABİLİRSİNİZ.

 

İlk kör olduğum zamanlarda vizyonum görece iyiydi. Ortaokul birinci sınıftaydım. Annem ders kitaplarımı büyülterek fotokopi çektiriyordu. Ben kah bu şekilde kah büyüteç yardımıyla okumaya çalışıyordum. Uzun süre bakınca yazılanlara, harfler bulanıklaşıyor ve birbirine giriyorlardı. Tahtayı göremiyordum mesela. Bunu hatırlıyorum. Sınavlarda ise soruları öğretmenlerim okuyor, ben yanıtları kağıda yazıyordum. Hiç unutmuyorum. Tarih dersiydi ki ben bu dersi çok severdim. Bir soruyu yanlış yaptığımı, yazdıktan sonra hatırladım. Oysa yazdıklarımı okuyamıyordum ki silip doğrusunu yazayım. Sanırım utanıp öğretmenime söyleyememiştim. Niye utanıyorsam? İşte benim ve ailemin kör olma sürecindeki yalnızlığının en basit eserlerinden biri bu.

 

Ertesi yıl ve sonrasında körlüğüm gitgide arttı. Artık sadece dinleyerek dersleri yapabiliyordum. Sınavlarda da ya sözlü oluyor ya da bir başka öğrenci desteğiyle sınav verebiliyordum. Oysa babamın teklifini değerlendirip ortaokulda körler okuluna gitmiş olsaydım, belki de lise hayatı benim için daha verimli geçebilirdi. Zira en azından kendi yazı dilimle notlarımı tutabilir, dilediğimce çalışabilirdim. İngilizce dilini daha kolay öğrenebilirdim belki de. Matematikteki kavramlara hakimiyet de cabası.

 

Bin dokuz yüz doksan yazında ailem kabartma yazıyı hiç değilse temel düzeyde öğrenebilmem için körler okulunu araştırmış. O yıl bana yakın olan Bornova Aşık Veysel Körler Okulu tadilatta olduğundan, Ankara Aydınlık Evler Körler Okulu'na gittim. Gerçi kursun amacı, diploması olmayan körlere ilkokul diploması vermekti. Ben ve birkaç öğrenci daha vardı kabartma yazı öğrenmek isteyen. Harfleri ve basit düzey birkaç kısaltmayı öğrendik bu kursta. Sonrasında bu yazı dilini daha iyi bilen körlerin desteği ve kendi çabalarımla kısaltmaları ezberledim.

 

Kendimi özgür hissetmem, sahip olduğum sayısız kaseti kimseden destek almadan ayırt edebilmek oldu. Eskiler bilir. Benim gençlik yıllarımda CD denilen yuvarlak cisimler dahi yoktu. Kaset adı verilen, kırk beşlik, altmışlık ve doksanlık sarımları olan, içinde kasetçalar döndükçe dönen bant sayesinde kayıt edilen verileri çalan şeyler vardı. Biz körlerin icabında yüzü hatta kimi zaman yüzleri aşan kasetleri olurdu. Dersler, kitaplar veya müzik kasetleri gibi. Ben kabartma yazı ile tek tek hangisinde ne var bilebiliyordum. Aksi takdirde her seferinde bir göreni yanımda sürüklemek ve her birini onun sabrını zorlayarak sormak ve gruplara ayırmak zorundaydım. Kullanırken de yine aynı süreci yaşamamak için azami dikkat göstermek gerekliliği de ayrı bir dert.

 

Kendimi özgür, mutlu ve güvende hissettiğim başka bir nokta ise günlük tutabilmekti. Kabartma yazıyı bilmediğim dönemde özellikle Türkçe öğretmenimiz sınıf arkadaşlarıma sürekli günlük tutmalarını öğütlüyordu. O zamanlar bu çeşit gençlik kitapları revaçtaydı. Özeniyordum onlara. “Kasetlere kaydedebilirdin” diyebilirsiniz. Ancak o zamanlar boş kasetlere ulaşmak hem zor hem pahalıydı. Üstelik biz körlük mücadelesinde ailece yalnız olduğumuz, şehre uzak yaşadığımız için o yıllarda kaset teknolojisini bile bilmiyorduk. Ben lisedeyken arkadaşlarımın defterlerini eve getirirdim ve annem ile babam onu benim defterlerime geçirirlerdi. Sınav zamanları da okurlardı. Annem hem ev işleriyle uğraşır hem işte çalışır ve hem de benim bu işime bakardı garibim. Bir gün kafasını kaldırdı ve “Biz bunları tek tek böyle yazana kadar kasetlere okusak ya” dedi. İşte benim kaset serüvenim böyle başladı. El yordamıyla yani. Nerede kalmıştık? Kabartma yazıyı öğrenip geliştirdikten sonra tüm içimde kalan günlük hevesimi adeta kustum. Sayfalarca yazdım yazdım. O günlerden kalma günlüklerim hala durur. Hem ses olarak kaydetmenin tadı başka, sözcük sözcük anlatıyı işlemenin tadı bambaşka.

 

Bir gün sanırım radyo dinlerken duyduğum bir haber tüylerimi diken diken etmişti. Pakistan'ın uzak bir köşesinde bir kör, sırf Kuran-ı Kerim'i okuyabilmek için kendine özgü bir kabartma yazı geliştirmişti. Sonra Türkiye'deki körlerden de bu işi yapanlar olduğunu öğrendim. Kabartma yazı okuyabilme becerim çok iyi olmamasına karşın "Ben de öğrenmeliyim" dedim. Kurslara katıldım. Eğitim hayatını kabartma yazı üzerinden tamamlayan bir kör kadar hızlı olmasa da kendimi tatmin edebilecek denli hızla okuyabiliyorum şimdilerde. Bilenler bilir. İslam Alfabesinde aynı gibi görünen ve fakat farklı olan harfler vardır. Mesela "h" gibi. İşte kabartma Kuran okuyabilen bir kör bunu ayırt edebilir. Bu bile bana göre her şeye değer.

 

Braille Alfabesi bir kültürdür. Bir grup insanın kendini ifade etme şeklidir. Tıpkı Latin Alfabesi gibi. Tıpkı Japon Alfabesi gibi. Tıpkı bilmeyenin okuyamayacağı tüm diğer alfabeler gibi.

 

Vikipedia sitesinin faydalandığım bağlantısı:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Yaz%C4%B1_tarihi

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.