Toplam Okunma 0

“Ayrıcalık sandığımız şeyler birer kafes, kanunlar ise parmaklıklarıdır.”

Bu sözler bana ait değil. Ruth Bader Ginzburg’e ait. Ginzburg, 1993’ten bu yana Amerikan Yüksek mahkemesi üyesi olan bir toplumsal cinsiyet uzmanı. Bu yazıma ilham veren ise, geçtiğimiz günlerde izlediğim ve Ginzburg’ün hayatını konu alan Eşitlik Savaşçısı (On The Basis Of Sex) adlı 2018 yapımı film. Digi Türk’te de izleyebileceğiniz Filmin yönetmenliğini Mimi Leder yapıyor. Ginzburg’un 1960 ve 1970’li yıllarda toplumsal cinsiyet eşitsizliği içeren bir kararı bozmaya çalışması ve bu yoldaki mücadelesi filmin ana eksenini oluşturuyor.

1960’lı yıllara gidelim. Harvard üniversitesi hukuk fakültesinde yalnızca birkaç tane kadın var. Ginzburg onlardan biri ve üniversiteyi birincilikle bitiriyor. Ama başvurduğu hiçbir hukuk şirketi kendisini işe kabul etmiyor. “Kadınlar duygusal oldukları için avukatlık yapamazlar, Birinci olan bir kadın fazla dominanttır, bizim şirketimizde zaten bir tane kadın var, ikincisine gerek yok. Biz bütünleşik bir şirketiz eşlerimiz kıskanabilir…” iş başvurularında reddedilirken duyduğu sözlerden bazıları. Sonunda akademik kariyer yaparak profesörlüğe kadar yükseliyor.

Dönemin Amerika’sı toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından hiç de iyi bir noktada değil. Kadınlar aleyhine ayrımcılık içeren tam 178 kanun maddesi var. Kadınların fazla mesai ücreti alması, eşlerinin izni olmadan kredi kartı sahibi olması, itfaiyeci, asker, polis veya pilot olmaları mümkün değil.

İşe bakın ki, tüm bunlara karşı bir sivil haklar mücadelesi başlatmasını sağlayan vaka bir erkek müvekkilin mağduriyetiyle başlıyor. Erkek müvekkil bekar ve annesine bakıcı tutuyor. Tuttuğu bakıcının ücretini vergiden düşmek istediğinde ise mahkemece reddediliyor. Nedeni erkek oluşu. Yalnızca kadınlar bakıcı vergi indiriminden faydalanabiliyor. Çünkü vergi kanunu yalnızca kadınların hasta bakıcılığı yapması gerektiğini var sayıyor.

Bu mahkeme kararını temyize götürme sürecinde Ginzburg’un karşılaştığı argümanlar hiç de şaşırtıcı değil aslında: “Ne yani kadınlar itfaiyecilik de mi yapsın? Cephe önünde mi yer alsın? Madende çalışmak ister miydin? Çocuklarımıza kim bakacak? Evde kimse olmazsa, kadınlar da erkekler kadar fazla mesai ücreti alırsa, bu ülkenin kumaşı sökülür.” Bu sözler şaka veya bir Zaytung haberi değil. O dönemki yazışma ve emsal kararlarda resmen yer alan cümleler. İşte Ginzburg giriş cümlesinde yer verdiğim cümleyi tam da bu argümanlara karşı söylüyor. Çünkü aslında Devletin kadınları bazı iş alanlarından uzak tutarak onlara bir ayrıcalık sağladığı ve onları koruduğu iddia edildiğinde Ginzburg’un yanıtı geliyor: “Sizin ayrıcalık dediğiniz şeyler aslında birer kafes ve kanunlar da onların parmaklıkları.”

Bu yazının amacı bir toplumsal cinsiyet çerçevesi çizmek değil. Bunu benden çok çok daha iyi anlatabilecek, daha uzman birçok arkadaşımız var zaten aramızda. Benim bu girizgahı yapmaktaki maksadım, yıllardır özellikle ABD ve İngiltere sakat hareketininkiyle aynı: toplumsal cinsiyet mücadelesinden bazı şeyleri ödünç almak. Kısaca yeniden hatırlatmak gerekirse, özellikle birinci feminizm dalgasının en temel argümanlarından birisi de Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet (Sex and Gender) arasında bir ayrım. Buna göre cinsiyet işin biyolojik tarafı. Toplumsal cinsiyet ise bu biyolojik farklılıklara dayanılarak insanlara toplum tarafından empoze edilen rolleri anlatıyor. Çocuk bakan yuvasını yapan kadın, evine ekmek getiren erkek gibi. Aynı ayrımı bireysel modele tepki olarak kendini gösteren sakat hareketi de Yeti yitimi ve sakatlık arasında yapıyor (İmpairment and Disability). Burada sıkça vurguladığımız ve hatırlattığımız argüman: kişiyi engelli yapan şey biyolojik yeti yitimi değil toplumsal düzenleme ve önyargılardır.

Buradan hareketle kafes ve parmaklık benzetmesi size de çok tanıdık gelmiyor mu sakat hareketi açısından? Hukukçularımız meseleyi çok daha derinlemesine analiz edebilir, ancak yalnızca yüzeysel bir düşünüşte bile sakatı koruma ve himayeyi amaçlayan maddelerle dolu değil mi mevzuatımız? Daha kötüsü köklü birçok sakat örgütümüz de bizzat bu mevzuatın oluşmasına katkı verenler arasında yer almıyor mu? İşte size birkaç örnek: 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında kanunun 90. ve 93. maddeleri. İşin ilginç tarafı bu kanunun kabul tarihi 26 Nisan 1961. Engellilere öncelik tanınmasını öngören 90. maddesi hiç değişikliğe uğramamış. Körler ve felçlilerin bir refakatçi eşliğinde oy kullanabileceklerini içeren madde ise 2013 tarihinde sakat yerine engelli ibaresi getirilmesi şeklinde bir değişiklik almış. Yani neredeyse 60 yıllık bir mevzuat körlerin ancak bir refakatçi eşliğinde oy kullanabileceğini var sayarak anayasal gizli oy hakkını resmen ihlal ediyor. Buna karşın 60 70 yıllık geçmişi olan sakat örgütleri son on yıla kadar duruma sessiz kalıyor. Çünkü esasında onlar da engellilerin bir refakatçi eşliğinde belirli işlerini yapmaları gerektiğine inanıyor ve ters giden bir şey yok.

Ginzburg savunmasını hazırlarken bir hocasının şu sözlerinden çok etkileniyor: “Kanunlar günlük hava şartlarından etkilenmemelidir, ama o günkü iklimden etkilenecektir.” 1960’lı yıllarda eğitimli sakat sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Kör Müzisyen Önder Kütahyalı’nın anlatımına göre körlerin herhangi bir okulda ortaokul ve lise okuyabilmeleri daha yeni kazanılabilmiş. Elbette o dönemki kanun koyucu böyle bir tedbir düşünmüş. Bugün ben klavye başında kaleme alıyorum bu yazıyı. Oluşum sürecinde internet taraması yapıp bilgileri toparlıyorum. Ama bambaşka bir iklimde içine konduğum kafese koruyan 90. ve 93. maddelerinin parmaklıkları arkasında kalmak durumunda bırakılıyorum.

Peki, banka ve noterlerde, her türlü finansal işlemde, bazen basit bir teknoloji alış verişinde karşı karşıya kaldığımız şahit dayatmasına ne demeli? On yıllar öncesine dayalı kanun, yönetmelik, yönerge ve diğer mevzuat aynı şeyi var sayıyor: “Engelliler okuma yazma bilemez. Tek başlarına karar verebilme yetileri zayıftır, aldatılabilirler. Korunmaları ve kollanmaları gerekir”. Yani sokakta dur, yapma düşersin diyen vatandaşın, “Aman tek başına çıkma dışarı” diyen ebeveynlerimizin sözleri kanunda yerini buluyor. Tıpkı yüzyıllarca kişilerin biyolojik cinsiyetlerine göre aldıkları rollerin yasalara yansıması gibi. Aslında kanun koyucu bunları bizi korumak adına yaptığını söylüyor. Banka görevlisi, “Tüm bunlar sizler için” diyebiliyor. Ama bu ayrıcalık, tek başına kredi çekmemizin, yasal işlemler yapmamızın önündeki diğer parmaklıklardan başkası değil.

Havaalanlarında çok mu özgürüz sizce? Sırf refakatçisi olmadığı için uçağa alınmayanlar, bebeğini kucağında taşımasına izin verilmeyenler, kafeye gitmek isterken görevlilerin odalarında beklemek zorunda bırakılanlar, cam kenarında oturması zorunlu kılınanlar, en son binip en son inmesi sıradan hale gelenler, bizler için hiç de şaşırmadığımız o kadar alışıldık örnekler ki. Neden çünkü Sivil Havacılık Yönetmelikleri halen sakatları taşınması gereken hassas varlıklar olarak görüyor da ondan. Güya refakatçi sağlayıp, ona söz hakkı tanımadığında güvenliği ve korumayı sağladığını öngörüyor ve bunu yeterli buluyor. Böylece hava alanlarını, uçakları daha erişilebilir yapma ihtiyacı duymuyor ve alınan önlemler başka kafeslere, yeni parmaklıklara dönüşüyor.

1960’lı yıllardaki kadınların başına gelen belirli mesleklere kabul edilmeme durumu sakatlar için hiç söz konusu değil mi sanıyorsunuz? Üniversite yerleştirme kılavuzunda halen körlerin sözel bölümler seçmesi gerektiği açıkça yazıyor. Birçok üniversitenin özel eğitim bölümleri, eczacılık ve tıp fakülteleri ve daha birçok bölüm engellilerin seçimine kapalı. Bunlar açıkça görünenler. Bir de üniversiteye giriş sonrası mobing ve diğer yollarla eğitim hakları engellenenler var. İstihdam sürecinde çıkan durumları saymıyorum bile. Bunlara karşı nasıl önlemlerle yetiniyoruz peki? Muafiyetler, ek puanlar, kontenjanlar ve ayrı sınavlar. Sonra geçici zaferler elde ettiğimizi sanıyoruz. Fakat yasal varsayıma yeni katkılar veriyoruz aslında: “Sakatlar ellerinden tutulması gereken aciz varlıklardır”. Bugün kısa vadede bulduğumuz iş, kazandığımız para yeni ayrıcalık kafesleri inşa ediyor uzun vadede. Fakat biz örgütler, ulaşımda sağlanan indirimi erişilebilirliğe terci ediyoruz. Tren biletleri ücretsiz ama tek başımıza alabilecek erişilebilirlik yok. Uçak biletleri indirimli, ama hiçbir ulusal havayolu şirketinin web sayfası veya mobil uygulaması tam anlamıyla erişilebilir değil.  Yüzde 3’lük bir istihdam kontenjanı var ama, işe giren engellinin herkes gibi terfi etmesi, hakiki işini yapabilmesi çoğumuz için bir hayal.

Herkesin eşit eğitim alma hakkından söz ediyoruz ama, özel kurslara, dil eğitimlerine, sınavlara hazırlık çalışmalarına katılmak istesek çoğu kuruma girmemiz engellenebiliyor.

İşte sakat örgütlerinin bu noktada yeni bir karar vermesine, gerçekten hak temelli yaklaşımla neyin kastedildiğini anlamasına ihtiyaç var. Ginzburg yargıçları Cinsiyetin de tıpkı ırk kadar ayrımcılık içerdiğine ikna etmeye çalışıyor ve bunu başarıyor. Bizlerin de bugün sakatlığın, tıpkı ırk ve cinsiyet gibi biyolojik bir çeşitlilik olduğunu, tamir edilmesi gereken bir bozukluk, tedavi edilmesi gereken bir hastalık veya tamamlanması gereken bir eksiklik olmadığını daha güçlü dillendirmeye ihtiyacımız var. Her şeyden önce Otizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği, öğrenme güçlüğü, işitme görme yetersizliği gibi kelimeleri atıp yeni tanımları ortaya koymamıza gereksinimimiz var. Bizi toplumdan tecrit edecek, erişilebilirliği değil, geçici ayrıcalıkları ve günü kurtaracak çözüm taleplerini dile getirirken, tekrar ve tekrar düşünme zorunluluğumuz var.

Kısaca bir karar vermeye mecburiyetimiz var: Başkalarının kontrolünde sorumluluk almadan parmaklıklar arkasında bir kafeste mi yaşayacağız, yoksa belki daha az güvenli ama daha özgür, kendi kaderimizin daha çok kendi elimizde olduğu açık denizlerde mi kulaç atacağız?


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.