Toplam Okunma 0

Çok gezen mi bilir; yoksa çok okuyan mı? Bu meşhur soruyu anlamsız bulan tek kişi ben miyim acaba? Neden mi anlamsız buluyorum? Bir kere, bir insanın bir konuda bilgisi olduğuna o size bilgisini aktarmadığı ya da uygulayarak göstermediği sürece emin olamazsınız. Yani biri çok gezse de; çok okusa da; aktarmadığı sürece neyi bilip neyi bilmediğini anlayamazsınız. Bilgi, en kesin şekilde aktarıldığı an ölçülebilir bana sorarsanız.

Benim ne kadar bilgili bir insan olduğumun belirlenmesi umurumda bile değildi. Zaten çok okuyordum; ama çok az gezebiliyordum. Seyyahlara özeniyordum. Kıskanıyordum onları. Evliya Çelebi, gördüğü bir rüyayla gezgin olmuştu. Marco Polo baba mesleği sayesinde… Bir rüya ya da başka bir mucize sayesinde dünyayı bucak bucak gezemeyeceğimi biliyordum. Babam da bir sınıf öğretmeniydi. Üstüne üstlük ben doğuştan görmüyordum. İnsanlar hava almaya çıktığımda dahi müdahale ediyor, sokakta olmamı yadırgadıklarını belirten eylemlerde bulunuyorlardı; nerede kaldı dünyayı gezmek.

Yine de, on yaşımdan beri dünyayı gezmeme olanak sağlayacak bir fikir üzerinde çalışıyordum. Her şeyden önce, bu fikri uygulamam için sahip olmam gereken bilgi üzerinde çalışmam, teknolojinin dilini öğrenmem gerekiyordu. Kodlama… Ardından kodların pratikliğini sağlayacak, onları çalıştıracak olan şeyi hatmetmeliydim.  Elektronik… Bir yandan da normal hayatımı bir şekilde sürdürmeliydim.

On dört yaşındayken yatırım yaptığım bu işten para kazanmaya başlamıştım bile. Bu paralarla, tasarladığım aracın malzemelerini alıyordum. Hem de aldığım bu işler tecrübe kazanmamı sağlıyordu. Birbirlerine bağlı çalışan birkaç farklı araç tasarlamıştım. Kameralar barındıran ve derime hava basıncıyla ortam bilgisini dokunsal veriler olarak gönderebilen giysiler, hem eşyalarımı taşıyabilen; hem de korkutucu görünebilen, rehber köpek olduğu düşünülmesi amacıyla tasarladığım bir robot köpek, saatte 200 kilometre gidebilen bir elektrikli kaykay. Elbette koordineli olarak çalışacakları için köpek de onun yanında gidebilecek kadar hızlı olacaktı. Bunlar için gerekli elektrik enerjisini de; elektrik üretebilen grefen boyalar temin edecekti.

Tasarladıklarımı eyleme geçirdiğimde on sekiz yaşını doldurmuştum. Hatta güzel bir tesadüfle tam doğum günümde her şeyi bitirmiştim. Ailem ve arkadaşlarımla vedalaştım. Beni hayalimden vazgeçirmeye çalışmayacak kadar seviyorlardı. Bana güveniyorlardı.

***

Çok uzun yıllar boyunca gezmiştim dünyayı. Nasıl olsa geçinmek kolaydı. Teknoloji bilgimden dolayı aldığım referanslar, insanların bana iş vermesini sağlıyordu. Gerek uzaktan aldıklarım, gerekse gezdiğim yerlerde bulduklarım sayesinde geçinebiliyordum. Değişik kültürler ve yerler tanımak beni devamlı güncelliyor, ruhsal gıdamı dengeli alan; her açıdan sağlıklı bir insan olmamı sağlıyordu. Elbette sıkıntılar oluyordu. Devamlı nereye gideceğimi soran insanlar bulunuyordu. Aslında görmediğim belli olduğu için soruyorlardı; yürüyüşümde bir sıkıntı olduğundan değil. Rehber köpeğimden yardım alıyordum. Kaykaya binmediğim zamanlarda bana rehberlik etmesi için ona birtakım programlar yazıp yüklemiştim. Tüm bunlara rağmen beyaz bastonum hep yanımdaydı. Yaptığım her şeyde bir güvenlik önlemi vardı. Çalışmadıkları sürece onların işlevlerini yerine getirebilmelerine yarayabilecek alternatif yöntemlerim hazırdı.

***

Bazen her şey bu kadar sorunsuz işlemiyordu. Nasıl önlemler alırsan al, bazen hiç beklemediğin bir şey ters gidebiliyordu ve bir kazayla her şey mahvolabiliyordu. Öyle de olmuştu. Paris'teydim. Daha ne olduğunu anlamadan; bir motosiklet üzerime sürmüş, başka bir arabanın yoluna savrulmuştum. Kaykayım sırtımda asılıydı ve yanımdaki robot köpeğe bir şey olmamıştı. Giysilerimin büyük bir kısmı sağlam kalmıştı; ama ayaklarım arabanın altında kaldığından hasar çok büyüktü. İlk an çok acımamıştı; ama birkaç saniye sonra acıdan bilincim kapanmıştı. Kendime geldiğimde, eşyalarımla birlikte kendimi hastanede bulmuştum.

Günlerce yoğun bakımda yattıktan sonra doktor durumumu anlatmıştı. Bir daha  yürüyemeyecektim. Tekerlekli sandalye kullanmam gerekiyordu. Artık bir gezgin olmam çok riskli bir hale gelmişti. Belki bu risk alınabilirdi; ama artık böyle bir şey yapmak istemiyordum. Eski tadı alamayacaktım çünkü. Ayaklarımla arşınlayacağım yollar olmadan bir gezgin olmanın bana göre hiçbir anlamı yoktu. Üstelik ben daha fazla dikkat çekmek istemiyordum. Bu gerçekten canımı sıkmaya başlamıştı.

Hiçbir zaman insanların arasına öylece karışamamıştım ve bunu deneyimlemeyi hep çok istemiştim. Bunu deneyimleyemeyeceğime göre, eve gitsem çok daha iyi olacaktı. Başka şeyler yapmaya çalışsam... Hayatıma öyle ya da böyle devam etsem... En azından denesem... Biriktirdiğim paranın bir kısmıyla, eve gidene kadar bana eşlik edebilecek yardımcılar tutup yıllardır gitmediğim evime sonunda gidebilmiştim.

Mutluluğumuz buruk olsa da; ailem ve uzaktan görüşmeye devam ettiğimiz arkadaşlarım beni gördüklerine memnun görünüyorlardı. Yaşadıklarımı anlatıyordum onlara. Böylece dinlerlerken tekrar yaşayabiliyordum. Aylar geçmişti ve benim anlatacaklarım bitmese de; insanların bana ayıracakları saatleri olmamaya başlamıştı. Herkesin işi vardı. Benim dışımda… Tıbbın elinde olan tüm imkanları değerlendirmek için bir özel fizyoterapiste gidiyordum. En azından bacaklarımdaki his kaybını azaltmaya çalışıyordu.

Evet, uzaktan işler alabiliyordum; ama odamda bu işleri yapmak hiç de zevkli gelmiyordu. Kafam çalışmıyordu. Eskiden kolayca bulduğum çözümleri artık o kadar rahatça bulamıyordum. Açık havaya ihtiyacım vardı. Elimde tekerlekli sandalye kullanarak bir yerlere gitmemi sağlayacak teknoloji vardı; ama cesaretim yoktu. Buharlaşıp uçmuştu sanki. Belki cesaretim uçmuştu; ama beni kamçılayıp duran merakım hala ruhumu kaşımaktaydı. Onun için türlü kameralar tasarlamaya, onları da tanıştığım diğer gezgin arkadaşlarıma verip  benim için gezdikleri yerleri kameraya almalarını sağlamaya başlamıştım. Bu kameraların farkı, dokunsal açıdan beni orada hissettirecek kadar gerçekçi veriler çekebilmesiydi.

Günler geçiyordu ve ben mutsuzlaşıyordum. Çekilen videolar beni biraz daha üzmekten başka işe yaramamışlardı; çünkü gerçekten orada olduğumu hissedemiyordum. Bir kere, en önemlisi, oraların kokusunu alamıyordum. Kokular benim gibi bir gezgin için, çok, sanıldığından da çok önemliydi. Kameralardan koku transfer etme teknolojisi hakkında çalışmaya karar vermiştim. Çok zor bir işti bu bana göre; ama kararlıydım. Yapacaktım. Bir görmeyenin etrafındaki önemseyebileceği her şeyi öğrenebilmeye hakkı olmalıydı ve ben bunu sağlayacaktım. Üstelik sadece görmeyenler değil, kokuları önemseyen herkes için devasa bir icat olacaktı başarılı olursam.

***

Yedi yıl geçmişti ve ben başarmıştım. Artık Avusturalya’daki okaliptüs ağaçlarını, Japonya’daki kiraz çiçeklerini ve Afrika çöllerini tekrar koklayabilecektim. Koklayamadığım binlerce kokuyu da… Evet, bir kere daha anlamıştım. Artık çok okumanın, çok gezmenin ya da çok izlemenin bir farkı yoktu. Hepsi aynı kapıya çıkıyordu. Teknoloji bunu sağlamıştı. Ben de; belki bir kaza vesilesiyle, buna önemli bir katkıda bulunmuştum. Ayrıca, tekerlekli sandalye kullanarak da dünyayı gezebilmeyi sağlayacak teknolojiler üzerinde çalışmaktaydım


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.