Yine bir iş günü sonlanmıştı. Oldukça bezdirici, monoton, bıktırıcı, bunaltıcı! Fakat henüz gün bitmemişti. Bu yorucu günü devirebilmek için iki tane de toplantının üstesinden gelmek gerekiyordu. Olanca sıkılmışlığıyla yöneldi kapıya. Ücretli kölelerin, gün yüzü görmeden çalıştığı ve beyaz yakalıların insan doğasına aykırı bir şekilde benimsediği beton yığınının kapısından dışarı adımını atmasıyla güzelim bahar esintisinin ciğerine dolması bir oldu.
İçine düştüğü cennetin cazibesi, kaplayıvermişti tüm benliğini. Yıllardır zihninin en güzel köşesinde özenle sakladığı, Orhan Veli dizeleri hücum etti diline bir anda. “Beni bu güzel havalar mahvetti.” Bu cümleyi, tutsaklıktan özgürlüğe geçişin anahtarı gibi değerlendirmişti hep. Özellikle tahrikkar Nisan günlerinde değil eve ekmekle tuz götürmeyi, kendisini götürmeyi dahi unutmak isterdi. Bastonunun yerle temas ederken çıkardığı ses, özgürce dolaşma hissini besliyordu. Baston kullanmaya başladığı ilk günden itibaren, bu sesi duymaktan inanılmaz haz alıyordu. O nedenle gururuna yediremediği için baston kullanmayan körleri bir türlü anlamamıştı. Nisan rüzgârı benliğine temas ederken, elindeki baston ufak bir kaçamak için zorluyordu onu.
Evet, bu günü kendine ayıracaktı. Önce toplantılardan kurtulmalıydı. Hızla, toplantılarla ilgili Whatsapp grubuna, çok hasta olduğunu ve bu gün toplantılara katılamayacağını yazdı. Teknolojik yazı dilini seviyordu, telefonun otomatik klavyesindeki dört kelimeyle çözmüştü işi. Böylece, pot kırma ihtimali ortadan kalkmıştı. İstese, arayıp katılamayacağını belirtebilirdi. Ama bir kere karar verilmişti ve kaçamak yapılacaktı. Her şey kitabına uygun olmalıydı. Telefonu yerine yerleştirmeden önce radyo uygulamasını açtı ve kulaklıkları kulağına geçirdi. Bağımsız harekette, işitmenin önemini biliyordu. Ancak uzun mücadeleler sonucunda erişilebilir hale getirdikleri yollara, bölgeyi avucunun içi gibi bilmesine ve refleks gücüne güvenerek kural ihlali yapabiliyordu. Radyoyu açar açmaz: hafif bir ürperti, sevinç ve hayretle karışık bir duygunun içine düşmüştü. Aşina olmadığı bir melodi çalıyordu ama sözlere oldukça aşinaydı. “Ama ben geleceğim akrepten güneş şakağımı yese de.” “Ama sen gideceksin, dilin tuzlu yağmurlarca yakılmış.” Yıllardır severek okuduğu dizelerdi. Umut yüklüydü ve en önemlisi, en çetin koşullara direnip umudu söküp almayı öğretiyordu. “Ölebiliriz bu yüzden, ben senin uğruna sende benim” diyerek sonlanıyordu şiir. İspanya iç savaşı sırasında faşistlerce katledilen yazar ve şair Federico Garcia Lorca’nın bir şiiriydi. İspanyol motifleriyle bezenmiş bir melodi halinde akıyordu sözler kulağına. Lorca diye düşündü, gerçekten yaşatılması gereken bir değer. Maalesef, toplumumuzda fazla tanınmaz. Tanıyanlar da, eşcinsel olduğunu öğrendiklerinde, hayretle maskeledikleri homofobiyi gizleyemezler. Okul yıllarında, Arkadaş Zekai’yle ilgili girdikleri tartışmayı hatırladı. Zekai’nin şiirinden, katledilişinden bahsederken Zekai’nin eşcinsel olduğunu söylemiş, bir türlü inandıramamıştı. İş iddiaya kadar gitmişti.
Ne garip dedi, toplumun en ileri kesimleri bile geleneksel kalıpları kırmakta zorlanıyor. Ama kırılmak zorunda çünkü buzdağı aşınmaya başladı. Kadın sorunu konusunda, ezilen uluslar konusunda, ekoloji konusunda, şimdi de LGBT’ler konusunda bayağı yol alındı. En azından, toplumun yazarçizer takımı kalıplarını kırıyor. “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözünü sahiplenmenin hakkını veriyorlar. Ama engellilik konusunda ilerlemelerine daha çooook zaman var. Çünkü engellilik konusunda ayrımcı bir bakış açısına sahip olmadıklarını düşünüyorlar. Özellikle yazı dilinde, gelenekçi olmadığını savunanlar bile “Kör topal ilerlemek, politik körlük.” vb. ilkel kavramları kullanıyorlar. İmkânsız bir şeyi anlatmak isterken, engellilik üzerinden örneklendiriyorlar.
Yine yıllar önce geçen bir diyaloğu hatırladı. Bir kitap sohbeti sırasında, konu Engels’in “Anti-Dühring” kitabına gelmişti. Arkadaşına dönerek, Dühring’in kör olduğunu biliyor muydun diye sormuştu. Hayır yanıtını alınca, kitap bu coğrafyada yazılmış olsa bilirdin. Çünkü böyle bir kitap yerine, “Kör topalla başlayıp körlükle sonlanan iki sayfalık bir dergi köşesiyle karşılaşabilirdin.” demiş, uzun süre gülüşmüşlerdi. Hatta bu espri kulaktan kulağa yayılmış, böylece çevrelerindeki insanlar lügatlerinden bu cümleleri atma çabasına girmişti. Evet, kalıpları tuzla buz edecek bir kesimdir bu. Ama toplumun diğer katmanlarını nasıl dönüştürürüz bunun üzerine düşünmeli.
Derinliğinde kaybolduğu düşünce dünyasından, hoyrat bir elin belini kavramasıyla çıktı. Orta yaşlı bir adam “Hem görmüyorsun, hem de kulağına o aptal şeyi takmışsın yeri boylayacaksın.” diye avaz avaz çemkiriyordu. Karşı atağa geçmesi çok kısa sürdü. Sana ne? Sen her gördüğün kadının beline mi sarılıyorsun böyle? Sana belimi kavrama hakkını ve hesap sorma hakkını kim verdi? diye olanca şiddetiyle püskürttü adamın salvosunu. Size iyilik yaramaz zaten diye başlayan bilindik hakaret tekerlemeleriyle adam uzaklaştı. Saatine baktı, iki saattir yürüyordu. Günü daha keyifli hale getirmek gerek diye düşündü ve hızla geride kalmış otobüs durağına yöneldi. Otobüslerde iç seslendirme olayı başarıya ulaşmış, şoför ve yolcular tarafından sabote edilmediği sürece durakları söylüyordu. Fakat dış ses olayı henüz tam oturmadığı için duraktaki insanlara sorulmak zorunda kalınıyordu gelen araç. Bu da, çeşitli işgüzarların yanlış araca yönlendirmesi gibi komik durumlar doğurabiliyordu. Neyse, bu sefer kibar ve keyifli birisine denk gelmiş ve gelen araca sorunsuz yönlendirilmişti. İki durak ilerlediklerinde, durakların seslendirilmediğini fark etti ve ufak bir uyarıyla sesi açtırdı. “Koskoca otobüsleri konuşturduk, bunlara da sesi kapatmamayı öğretebiliriz.” diye düşündü içinden.
Otobüsten inince biraz ilerleyip, o meşhur çam ağacına denk geldi. Buradan itibaren kılavuz çizgiyi takip ederek, 100 metre ilerdeki Agop’un Meyhanesi’ne ulaşmıştı. Burayı, yaklaşık 5 yıl önce keşfetmişti. Oldukça nezih ve sıcak bir mekândı. İlerleyen zamanlarda, Agop amcayla da dostlukları gelişmişti. Ailesinin bir kısmı, mübadele sırasında sıkıntılı bir şekilde göç etmiş, bir kısmı Müslümanlaşarak ülkede kalabilmişti. 6-7 Eylül yağma olayları sonrasında, her şeye rağmen tutunabilen gayrimüslim işletmelerinden biriydi. Agop oldukça ileri görüşlü ve insan canlısı biriydi. Bizim meşhur çamdan itibaren olan sarı çizgiyi o yaptırmış, dükkânına rampa koydurmuş, Braille menü eklemiş, hatta işaret dili bilen bir eleman almıştı. O nedenle engelli müşterisi de çoğalmıştı. Bu tutum çevredeki birçok işletmeye ilham kaynağı olmuştu. Agop’la kısa ama keyifli bir sohbetten sonra yavaş yavaş kalkmaya yeltendi. Ama Agop’tan Rumca iki kelime dinlemeden gitmezdi. Evet, anlamıyordu Rumca, ama hoşuna gidiyordu insanların anadilinde konuşmaları. Vedalaşma sözleri, anadillerinde olurdu. Agop Rumca, kendisi Kürtçe. Sonrasında, Yılmaz Güney’in şu dizelerini hatırlardı: “Bana kendi dilinden bir şarkı söyle. Kimin adına olursa olsun. Yeter ki çığlığın senin olsun. Sesine dökülsün isyanın. Sesin sel olsun bağırsın.”
Günü, güzel bir filmle taçlandırmadan bitirmek olmaz. Kör ve sağır bir kadının hayatını anlatan bir film, aylarca gündemi meşgul etmiş, her giden sinema salonundan salya sümük ağlayarak çıkmıştı. Böylesi bir toplumda, engelli birisinin hayatını anlatan bir film bu kadar tutuluyorsa ve sonunda herkes salya sümük çıkıyorsa; bu işte bir bokluk var diye düşünmüştü. Klasik küçük Emrah modunda bir film olduğunu anlamıştı. Fakat engelliler tarafından da ilgiyle takip edildiğini görünce, kendisi de izlemeye karar vermişti. 20 dakika zor dayanmış kendisini dışarı atmıştı. Ama filmin peşini bırakmamış, yapımcının esinlenmiş olduğu Hint ABD yapımı Black filmini izlemeye karar vermişti. Bu gün de, o iş için biçilmiş kaftan diye düşündü. İlk 20 dakika, senaryonun tam anlamıyla kopya olduğunu fark etti. Bizim uyanık kurgucu tek bir noktasına dokunmadan olduğu gibi almıştı filmi. Sadece mekân ve isimler değişikti. Her dakika sinir katsayısı artıyordu. Bu filim, gerçek bir biyografiden esinlenilmişti. Fakat anlatmak istediği kişiyi kendi özellikleri dışında anlatıyordu.
Filmde anlatılan yaşam öyküsü: dünyaca ünlü pedagog, insan hakları aktivisti, yazar; Helen Keller’in yaşam öyküsüydü. Fakat Helen Keller’le uzaktan yakından alakası yoktu. Helen Keller: işitme ve görme yetisini çok küçük yaşlarda kaybetmişti. Dört ayrı spor dalında başarıları vardı, dört dilde yazıyordu. Dünyanın ilk pedagogları arasındaydı. Çok iyi bir yazar ve sosyalist bir aktivistti. Filmin son sahnesi çıldırmasına yetti. Bu sahnede, Helen Keller’in hiç kimseyle aşk yaşayamayacağı vurgulanarak, hocasından adeta sevgi dileniyormuş gibi gösterilmişti. “He geri zekâlı diye düşündü, sakatlara kimse bakmaz ve onlar abazanlıktan ölür.” Helen Keller’in hayatıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir senaryo ortaya çıkarmış, hem bunu, yaşam öyküsünü anlattığı kişinin biyografi kitabına rağmen yapmış, hem de sonunda, böyle bir eziyet çıkarmış. Google araması bile yapsa, en azından Helen Keller’in evlenmiş olduğunu görebilirdi. Ayrıca engelli birisi rahibe yaşamına mı mahkûm ya da her önüne geleni seçmek zorunda mı? Öfkesi bir türlü dinmek bilmiyordu. Ama elin senaristine ne dersin? Bizim körler bile: “Yok ben körle evlenmem, yok ben az görenle evlenirim, yok benimle evlenmeyi kabul edecek ilk kişiye evet derim.” diyen kendine güvensizlerle dolu değil mi? Evlenmeyi hiç düşünmedim, tonlarca sevgilim oldu her zamanda bitiren taraf ben oldum.” diye yüksek sesle öfkesini belirtiyordu. Sonunda, böyle bir günün bile içine etmeyi başardın diyerek kendisine kızarak girdi yatağa. Sabah, yine bir iş günü mutsuzluğuyla isteksizce uyandı. Eli hemen telefona gitti. İnternetten gündemi takip etme alışkanlığı. Bu bir hastalığa dönüşmüştü onun için. Fazlaca mutsuz eden bir hastalık. Telefondan ekran okuyucuya akan haberler, her zamanki gibi birbirinden iğrenç. Yıkım, savaş, açlık, ölümler, görevinden atılan akademisyenler, kundaklanan tiyatro salonları. Hiç şaşırtıcı değil sanata saldırmaları diye düşündü. Piyano çalan ellerin tutsak edildiği bir toplum, sanatsal olarak kendi Guernica’sına malzeme çıkarmaktan başka bir şey yaratamaz. Tabii onu yaratma cesaretine sahip bir Picasso bulabilirse.
Evde kahvaltı yapmak gelmedi içinden. Uzun zamandır olduğu gibi, Nazan’la yaparız diye düşündü. Her gün arardı bu kadın, neden aramadı? Nazan’ı aradığında, mutlu olmaya aşırı zorlanmaktan tahriş olmuş bir sesten, Nazan’ın o kütük kocasına döndüğü haberini almıştı. Herakleitos’un “Aynı sularda iki kez yıkanılmaz” sözü, özel anlamda kadınları, genel anlamda bizim toplumu anlatmak için söylenmiş adeta. Şimdi temcit pilavı gibi tekrar başlayacak: “Yaşın geçiyor, bir an önce evlenmelisin.” Amaan, sabah sabah onu mu düşüneceğim diyerek evden çıktı.
Bugün, düne nazire yaparcasına can sıkıcı rastlantılar ve olaylar peşini bırakmıyordu. İş yerine gelir gelmez en sevmediği, en gereksiz personel damdan düşer gibi karşısına çıkmıştı. Bu arkadaş, kendi çekiciliğine ters orantılı bir öz güvene sahipti. Önüne gelen kadına asılan kıl herifin birisi. Karşılaşır karşılaşmaz, “Rüyamda bu gün, bastonlu iki kızı karşıdan karşıya geçiriyordum sen aklıma geldin.” dedi. “Hala etkisindeyim, güzel kızlardı.” diyerek iğrenç gülümsemesini yapıştırmayı ihmal etmedi.” Sabah sabah Freudcu çözümlemelere mi girişeceğim bu salak yüzünden diye düşündü ve eeee” dedi.” Hiç öyle” dedi karşısındaki yılışık herif. Rüya tabirine baktın mı diye sordu. Bu sorudan bile anlam çıkarmaya aday bay gereksiz,” Sen biliyor musun anlamını?” diye sordu. Cevap gecikmedi, tabii ki biliyorum. Rüyanın verdiği mesaj, kadınları meta olarak görmemen. Rüyada, kadın ve baston görmek tehlikelidir. Bastonlar, kadınları meta, engelli kadınları ulaşılması daha kolay bir meta olarak görenlerin, beş vakte kadar kafasında patlayacak köteğe delalet dedi ve bay lüzumsuzu olduğu yerde bırakarak ilerledi.
Günün en berbat haberine gelmişti sıra. Odasına girer girmez, işletmenin mesai saatlerini üç saat uzattığı haberini aldı. Peki itiraz etmediniz mi diye sordu.” Ettik ama bir sonuç çıkmadı diye karşılık geldi.” O arada, işe başlamadan önce ufak bir net gezintisi yapan Ahmet: evet bunlar hak ediyor, biz de mi sakat olsaydık diye mırıldandı. Ahmet’in gereksiz çıkışını anlamadığı için sordu, “Kimler? “Engelliler kadro istiyormuş, biz burada köle gibi çalışalım.” Ahmet’in sözleri bütün cinlerini tepesine getirdi ve avazı çıktığınca bağırmaya başladı. Senin mesainin uzamasından da mı engelliler sorumlu? Burada sizden eksik ne iş yaptığımı gördünüz? dedi. “Hayır, senin için söylemedim” dese de, bir kere makaralar boşalmıştı. “Siz önce sorunun kaynağına inmeyi öğrenin. Kötü koşullarınıza hayır demeyi öğrenin. Sorunun odağına hayır diyemiyorsanız, öfkenizi yanlış odaklara yöneltmeyin” diyerek odadan çıktı. Herkes: “Doğru söylüyor, işletmeye hayır bizim mesai saatlerimizi uzatamazsın dedik mi?” dediler. İşletmenin kafeteryasında öfkeyle, interneti kurcalarken ilgili haberi gördü. Haberin altına, Ahmet’in yorumlarına benzer yorumlar yazılmıştı. O yorumların hepsine verilen cevaplar da, sorunun muhatabı kimse onunla paylaşın kozlarınızı, başka odaklara yöneltmeyin diyordu. Cevapları yazanların çoğunu rumuzlarından tanımıştı. Başta Ahmet olmak üzere, biraz önceki tartışmaya tanık olanlar yazmışlardı. Biraz sonra, işletmedeki herkes kafeteryaya doluştu. Angarya çalışma saatleri geri çekilene kadar iş başı yapmayacaklarını söylediler. Yarım saatlik bir grev sonucu, talepleri kabul edilmişti. Kötü başlayan gün, onun için dünyanın en güzel günlerinden birisine dönüşmüştü. Evet demişti, evet; geç olsa da, zaman alsa da, öğreneceğiz birlik olmayı ve hakkımızı aramayı sonunda mutlak kazanacağız.
Not: Bu öykü, yaşam deneyimlerimizden harmanladığım bir kurgudur ve edebiyatçı isimleri hariç tüm isimler kurgudur. Radyodan kulaklarına akan ezgi, Federico Garcia Lorca’nın “Umarsız Aşka Gazel” şiirinden tarafımca bestelenmiştir ancak henüz radyolara düşmemiştir. Yakın zamanda, Youtube’den dinleyebilirsiniz. :D Bu arada, dergimizin 3. yaşı kutlu olsun.