İnsan nerede kaybolur? En bilmediği yerde mi? Yoksa tanıdık yüzlerin arasında mı? Bilinmeyen sokaklar mutlaka bir yere çıkar. Yani o sevdiğimiz nakarattaki gibi “Denizlere çıkar sokaklar” ya bilinen yerde, tanıdık yüzler arasında kaybolmak? Oradan çıkış biraz daha çetrefilli. Çoğu zaman bir ömre mal oluyor. Çünkü insanın kendini kaybettiğinin bile farkında olamadığı bir ağ. Bu ağın ipleri ailede, çevrede örülüyor, okulda düğümleri sıkılaşıyor ve sistemin elinde çözülmesi zor bir yumak halini alıyor.
İnsan kendisini en başarılı hissettiği yerde kendisini kaybediyor. Yetilerinin ve hislerinin bir kısmını yitiriyor. İnşa edilmiş normalin duvarlarının sert harcı arasında öğütülüyor. Çünkü her kapı normale çıkıyor. Sistem eksik gördüğünü sanal dolgularla tamamlamaya çalışırken, fazla gördüklerini de başarı kriterleriyle törpülüyor. Yani başarı da yetenek de insanı kendinden soyutlayan bir araca dönüşüyor.
Çünkü çoğunluğun kalıpları var ve toplumun her ferdi bu kalıplara göre hayatını yaşamalı. Bunun tuhaf bir örneğine sosyal medyada rastladım. Rock dinleyen bir evsizi “biz hala köylü gibi türkü dinliyoruz” diye “yüceltiyor” bir kişi videoda. Kendisini de eleştirmiş oluyor. Eleştiri ve özeleştiri candır ama önce eleştirinin hedefini belirlemek lazım. Herhangi bir müzik türünü sevmek için lüks bir evde yaşamak vb. gerekmiyor. Türkü dinlemek de eleştirilesi bir şey değil. Toplumsal normları o kadar kanıksamışız ki adam karşısındakini yüceltirken aşağıladığını, bu arada kendi yaşayış tarzını da aşağıladığını fark etmiyor bile. Çünkü her kesim “kendine uygun hareket etmek zorunda.” Bu uygunluğu ne belirliyor sorusunu sormayı öğrenmeden de bu kalıplardan kurtulamayacağız.
Çocuklarımızı okul, test ve kurs manyağı yapacağız. Sonra bunalıma girdiği için suçlayacağız. O bunalımın kökeninde kendi bunalımlarımızın ve kalıplarımızın yattığını düşünmeden. Sistem içerisinde başkasının üzerine basarak bir yerlere gelsin diye et gibi yoğurduğumuz insanların çocukluklarını çaldığımızı fark etmeden. Bu kaygıları sadece sınırlı insanların gütmediğini fark ettiğim bir film izledim geçen hafta.
Genellikle normal kalıbına sıkıştırmanın bize yansıması eksik görme üzerinden olur. Oysa “normal” dışında kalanın kendi olma hakkı çoktan elinden alınmıştır. Bu bir dahi için de geçerlidir, bir kör için de. Ya potansiyel görülmez ya da metalaştırılır. İzlediğim filmde ikincisi ağır bassa da kalıplara sıkıştırmanın her yönüne değiniliyor.
Filmin ismi “Deha” Senaryosu Tom Flynn tarafından yazılan filmde, dayısı tarafından yetiştirilen süper zekalı Mary’nin anneannesi ve dayısı arasındaki yetiştirme tarzı kavgası işleniyor. Filmin sesli betimlemesi yok ama o kadar sık diyalog var ki sesli betimlemeye çok az ihtiyaç duyuluyor.
Senaryosunu Tom Flynn’un yazdığı filmin yönetmenliğini Marc Webb üstlenmiş.
Florida kırsalında Mary ile yaşayan dayısı Frank Adler, Mary’nin üstün yetenekli olduğunu bilir. Onu okula yazdırmaya gittiğinde hepimizin aşina olduğu bir tepkiyle karşılaşır. “O çok özel bir çocuk. Bizim ona eğitim verecek altyapımız ve öğretmenimiz yok. Burada heba olmasındansa onlar için olan özel okullara gitsin.” Dayısı ısrarcıdır. “O da akranlarıyla zaman geçirsin, çocukluğunu yaşasın der” Bu arada Mary sınıfta öğretmenin verdiği en zor soruları çözer. Özgüveni nedeniyle ilk başta öğretmenin tepkisiyle karşılaşır. Okul müdiresinin Mary’nin başka okula gitmesi ısrarı devam eder. Bu arada yine çoğumuza aşina gelecek bir gelişme yaşanır. Arkadaşlarına akran zorbalığı yapan çocuklara Mary müdahale eder. Sonra çocukların ona da zorbalık yapması üzerine elindeki kitapla birine vurur. Okul müdiresi dayısını tekrar çağırır. “Uyum sağlayamayacağını söylemiştim, arkadaşlarına şiddet uygulamış. O bu okulda yapamaz” der. Dayısı ise “Şiddet uygulaması kabul edilemez elbette ama arkadaşının akran zorbalığına uğramasına sessiz kalmamış. Bu müthiş bir şey değil mi” der. Bu arada Mary’nin anneannesi devreye girer. Onu özel bir çocuk olarak lüks ve yalıtılmış bir şekilde yetiştirmek ister. Buna itiraz eden dayısıyla aradaki ipler gerilir. Mary’nin anneannesinin burada dayısına karşı kurduğu bir cümle her şeyin özetidir aslında. Dayısı aslında Felsefe profesörüdür. Ama kalıplarla arası iyi olmadığı için tekne onararak ve balıkçılık yaparak yaşar. Anneanne bu süreci kastederek “Senin gibi mi olsun” der. Dayısı da “Evet benim gibi olsun. Annesini kendin gibi yetiştirmeye çalıştığın için bunlar oldu. Onu sen öldürdün” der.
Mary’nin annesi de çok iyi bir matematikçidir ve yine ünlü bir matematikçi olan annesinin dayattığı hayat tarzından sıkılarak intihar eder. Ölmeden önce çok önemli bir soru üzerinde çalışıyor muş. Başarıya ulaşıp ulaşmadığını söyleyip heyecanı kaçırmayayım. Dayısı Mary’yi vermeyi kabul etmeyince yasal süreci başlatır anneanne. Dayının avukatı “Bu davayı kazanmamız çok zor, ara bir çözüm olarak koruyucu aileye verilsin” der. Dayısı istemeyerek kabul eder. Aslında o koruyucu aile anneanne için bir paravan görevi yapmaktadır. Bunu dayısı aylar sonra tesadüfen fark eder. Mary ile birlikte yaşarken besledikleri kediyi Mary ile göndermiştir çünkü. Tesadüfen çok kötü bir barınakta karşılaşır kediyle. Tüm kedileri barınaktan kurtarır ve koruyucu ailenin kapısına dayanır. Uzun süre Mary kendisiyle konuşmak istemez. Arayıp sormadığını düşünür. Daha fazla detay vermeyeceğim.
İnsanı kalıplara sıkıştırma ve köklerinden koparma çabalarının ona nasıl zarar verdiğini çok güzel işlemiş film. Aslında “normal” kalıbına sığmayanın eksik de görülse dahi de görülse ötekileştirildiğini, sıradan olma hakkının gasp edildiğini, insanın nasıl kendine yabancılaştırıldığını çok güzel işlemiş.
Sürekli anlatmaya çalıştıklarımın öyle güzel bir senaryoyla karşıma gelmesi hoşuma gitti ve paylaşmak istedim belki sadece “geçmişte böyleydi” diyerek izleyeceğimiz günler de gelir bu filmleri. Bir zaman ne kalem oynatmışız bu konularda deriz belki. Belki değil öyle olacak ama ne kadar zaman da olur onu bilemeyiz. Belki anneannenin sorusunu hep birlikte, kendi hayatımızdaki izdüşümüyle yanıtlamaya başladığımızda o süre kısalır. Evet onun gibi, kendimiz gibi olmak istiyoruz.