Kendine yabancılaşmış gecelerden biriydi. Hani durmadan bölünen uykuya mahkûm. Hayatın tüm saçma çelişkilerini bir torbaya doldurmuş da var olmuş bir gece. Gündüzünden hayır bulamamış mecnun gibi yarı sarhoş bir gece. Önce kablolar hissettim üzerimde. Yapay zekâ ile desteklenmiş bir robot olmuştum. Sonra kablolar eridi. Artık kızılötesinin hükmü geçiyordu. Makineler, bilgisayarlar, telefonlar ve ekran okuyucular. Çağrılar yağıyordu her yandan. WhatsApp mesajları, mailler, sanal konuşmalar, ot bok… Oysa “bok” demem bile yasaktı yazılarımda. Hayır RTÜK kararı değil. Bir yazar arkadaşım hoşlanmıyor, nazik bir İngilizce öğretmeni olan seslendirmenim de boykot uyguluyordu. Olsundu, uygulasındı. Sonuçta boktan olana boktan denirdi. Modern toplumun çok sevgili nezaket kuralları nedeniyle şeyleri ismiyle çağırmayacak mıydım?
Ben boktan yerine çok kötü desem, onun niteliğimi artacaktı. Neyse, bu ayrı konuydu. Biz gelelim kızılötesi şeysine. Bir anda bilimkurgu filmi modundan çıktım ve irkilerek uyandım. Kıçım açıkta mı kalmıştı ne? Evet kalmıştı ama o rüyanın sebebi bundan kaynaklı değildi. Bunu sonra anlayacaktım. Elim alışkanlıkla telefona uzandı. Tonlarca farklı gruptan onlarca mesaj. Hangisinin hangisi olduğunu anlamaya çalışırken tekrar uyuyup suratımda bir İphone 7’nin patlamasıyla geri uyanmam bir oldu. Bu yabancılaşmaya Apple tekelinin ürünü bile itiraz edip elimden sıyrılarak yüzümde patlamıştı. Uyur uyanık saçma sapan rüyalar içinde, yarısını uyuyarak tamamlayacağım güne uyandım.
Uyanır uyanmaz elim telefona gitti. Yarım yamalak aklımda kalan projeler ne olmuştu. Telefondaki mesaj yağmurunu gördüğümde anladım sorunun açıkta kalan kıçım olmadığını. Onlarca insanın kıçı aynı anda açıkta kalamazdı sonuçta. Bu başka bir şeydi. Bu harika bir sorumluluk duygusu aynı anda da korkunç bir yabancılaşmaydı. Mesai saati dışında bir de gönüllü sosyal işler için harcanan bir mesai vardı ve o 24 saatti. Bunları düşünecek vaktim yoktu. Çünkü çok sevdiğim ve kullanımı sağlığıma zararlı olan aylaklık hakkımı yine kullanmış ve yazımı sabaha bırakmıştım. O nedenle iki saat erken kalkıp yazımı bitirdim ve işe yollandım. Sıra geldi biriken mesajlara. Birileri sürekli birilerinin hakkına ve canına kastediyordu. Birileri de ona direniyordu. Üyesi olduğum hayvan hakları grubunda alçağın birinin iki köpeği vurduğunu öğrendim. Sonra Dernek Grubumuza düşen bir haberi okudum Öğretmenlik Meslek Kanunu Kör öğretmenleri de etkileyebilirmiş. Her gün buna benzer gelişmeler ve o gelişmelerle mücadele etme gereği doğuyor. Birgün diyorum bir güncük ayrımcılığa uğramasak, yeni bir vahşet ile karşılaşmasak. Yahu sersek. Rakı içsek ve hiçbir kaygı duymadan şarkılar söylesek. Oysa hiçbirisi olmuyor. Dünya boktan şirketlerin çalışma modeline evrilmiş. Hep bir şeye yetişmek, bir şeylerin peşinden koşmak. Mesai bitiyor toplantılar başlıyor. Mevsimler akıyor ama haberimiz yok.
“Dışarda mevsim baharmış/ Gezip dolaşanlar varmış” diyor Sabahattin Ali mahpushanede. Sözde özgür olan bizler de habersiziz akıp giden dünyadan. O “geçmiyor günler” diyordu. Biz geçtiğini anlamıyoruz günlerin. Kadınların mahkûm edildiği koşulları çok güzel anlatan Sennur Sezer, bu günleri nasıl anlatırdı diye merak etmiyor değilim. Bir günüm daha böyle geçip gidiyor ve aylardan Temmuz. Hepimizin ekonomik kaygılar gütmeden, ötekileştirilmeden, erişilebilirlik sorunları yaşamadan, sömürülmeden ve mesaj sinyallerinden uzak kendimize ait zamanı yaratacağımız günleri iple çekiyorum. Hep aynı şeyleri anlatıyorsunuz mızmızlığına da bir yanıt. Bu bitmeyen bir öykü ama mahkûm bitmeye. Çünkü bizim de günümüz gelecek.