Toplam Okunma 0

Değerli okurlar merhaba,

Geçenlerde bir e-posta listesinde, bir arkadaş çok güzel bir söz söylemişti: “Biz görmeyenler başkalarının yanında görünmez oluyoruz birden.” Evet göremez değil, görünmez olmak, yok sayılmak, hiçmiş gibi davranılmak. Son birkaç aydır arkadaşımızın yazdığını destekleyen o kadar çok örnek yaşadım ki, bunları nasıl yazsam diye düşünürken, bu söz imdadıma yetişti: başkalarının yanında görünmez olmak. Gelecek birkaç yazımda insanların bilinçli veya bilinçsiz sizi nasıl yok saydığını ve bunun nasıl bir tahribat yarattığını paylaşıp, ardından da bu davranışın olası nedenlerini tartışmak istiyorum.

Aslında görme engelli görünmez okurlarım için hiç de bilmedikleri bir şey değil anlatacaklarım. Her gün farklı ortamlarda maruz kaldıkları klasik davranış şekilleri. Eğer bir ortama arkadaşınız veya tesadüfen yolda karşılaştığınız biriyle gidiyorsanız, yok olabiliyorsunuz anında. Özellikle hizmet sektöründe çok daha fazla yaşanıyor söylediğim durum ne yazık ki. Aylardan Mart. Sevda’nın küçük bir rahatsızlığı için hastaneye gidiyoruz. Ben, Sevda ve Sevda’nın görme engeli olmayan kardeşi Semra ile birlikte hastane bankosuna yanaşıyoruz. Sevda güler yüzle soruyor: “Merhaba Doktor XXX ile görüşeceğim, bir muayene açabilir misiniz?” Önce bir sessizlik oluyor. Herhalde başka birinin işini yapıyor diye düşünürken biz iyi niyetli zavallılar, kadın Semra ile konuşmaya başlıyor. “Evrakları yanında mı? Sigortası var mı?”

Sevda yine de bir şey olmamış gibi yanıt veriyor: “Evet evet buradalar. XXX sigortam var, onun için bir giriş açabilir miyiz?” Bankodaki kadın yine Semra’ya bakarak konuşuyor: “Hımmm rahatsızlığı ne?”

Sevda yine sabırla sanki kadın kendisiyle konuşuyormuşçasına yanıtlıyor soruyu:

“Paratiroit ultrasonumu göstereceğim. Doktor bey yerinde mi?”

Bankodaki kadın, yine bir duvar sorulara karşı. Semra’ya dönüp “Şunları doldurun” diyor yalnızca.

Nasıl çok tanıdık geldi değil mi? Bir görmeyenin günlük hayatında abartmıyorum yüzlerce vakadan bir tanesi bu yalnızca. Bir de yanınızda biri varken, doğruyu söyleseniz bile sizi dinlememe vakaları var ki, çileden çıkmamak mümkün değil.

Bu sefer, ben, Sevda, annem ve babam bu paratiroitle ilgili sonuçlar için hastaneye gitmek üzere taksiye biniyoruz. Ama her zaman gittiğimiz hastaneye değil de başka bir hastaneye gideceğiz aslında. Ve taksiye biner binmez, ben ve Sevda “Kaptan Kadıköy’deki xxx hastanesine gidiyoruz” deyip belirtiyoruz.

Kaptan bu sefer çok sıcak: “Tabii abla, beni hatırladınız mı? Sizi şuraya götürmüştüm bir keresinde” diyor, gerçekten de hatırlıyoruz ve yolculuk başlıyor. Biz arkada annem, ben ve Sevda muhabbete dalmışken, bir anda yol farklılaşıyor gibi geliyor bana ve soruyorum: “Kaptan neredeyiz, daha gelmedik değil mi Kadıköy’e?”

Kaptan: “Ha abi amca koz yatağına gidiyoruz demişti, o tarafa yöneldim”. Babam taksiye biraz geç bindiği için bizim baştaki muhabbeti duymamıştı ve bir anda aklında diğer hastane kalmış belli ki. Binince de kaptana Kozyatağı deyivermiş biz muhabbet ederken.

Sonrası, adam özür diliyor bizden vs. Ama sonuç değişmiyor. Bilinçli veya bilinçsiz sen ve yanındaki bir şeyler söylüyorsa, senin sözünün sallanma olasılığı azalıyor. Bu vakada ilginç olan başka bir durum, adamla daha önce yolculuk etmiş olmamız ve gideceğimiz yeri eliyle koymuş gibi bulabileceği şekilde tarif etmemize karşın, yanımızda başka biri olunca değişen tutum.

Benzer değişen tutumları özellikle uçakla seyahat ederken, doğrudan kurumsal olarak yaşıyoruz. Tek başınızaysanız, güzel bir standart prosedür var. Kabin görevlisi yanınıza geliyor, oksijen maskesi, tuvaletin yeri gibi şeyleri tarif ediyor, Braille emniyet kartı getiriyor ve iyi hissediyorsunuz kendinizi. Size değer verildiğini düşünüyorsunuz. O emniyet kartında ne yazdığını harfi harfine bilsem de, her seferinde okurum bir kez daha. Ama uçağa giderken, tesadüfen yolda biriyle karşılaştıysanız, daha önce hiç tanımadığınız bu kişi, bir anda refakatçiniz sanılıveriyor. Öyle ya, “Ne işiniz var sokakta tek başınıza?” İtiraz etmeyip uçağa bindiyseniz ne brifing, ne Braille emniyet kartı. Alacağınız yemek ikramını bile yanınızdaki aracılığıyla uzatıyor size.

Yine yanınızda bir arkadaşınızla ya da tesadüfen herhangi biriyle yürümeye görün, yoksunuz. İşin bir diğer yönünde de sözlerinizin karşı tarafça dikkate alınmaması vakaları var. Ben buna “Bir eşek mi anırıyor burada” vakaları diyorum.

İşte örnek bir vaka size. Bizim servis değişmiş birkaç gün önce ve akşam yeni bir kaptan gelmiş. Adamla ilk ben karşılaşıyorum ve bana nasıl bir yoldan gideceğimizi soruyor. Ben de her gün gittiğimiz yolu anlatıyorum. O sırada diğerleri de geliyor servise ve yolculuk başlıyor. O da ne, adam tüm anlattıklarımı hiç duymamış gibi tekrar soruyor bir başkasına. Onlar da aynı şeyleri tekrarlıyorlar elbette. Yine sonuç değişmiyor, bir körün sözüne karşılık, “normal” ve farklı olmayanın sözü. Hangisine itimat ederdiniz?

Dinlenmeme olayı o kadar çok ki, hakikaten hepsini yazmaya kalksak, “bir eşek mi anırıyor burada” sözlüğü olurdu ciltlerce. Yine bir gün aceleyle çıkmışız Sevda’yla birlikte sinemaya yetişeceğiz. Yolda bir kadınla karşılaşıyoruz. “Bir dolmuş çevirebilir misiniz Tepeüstüne giden?”

“Tabi tabi canım”. Bekliyoruz. Bir iki dolmuş sesi duyuyoruz, ses yok. Bir süre daha gidemezsek gecikeceğiz.

“Hala gelmedi mi acaba?”

“Ha şimdi geçti de kalabalıktı, rahat edemezsiniz diye çevirmedim onu”.

“Geç kalıyoruz, gelirse fark etmez kalabalık da olsa çevirir misiniz?”

“Ha bir tane geliyor ama binmeyin buna, çok kalabalık çok.”

Ben aldırmadan dolmuşa ilerliyorum. İçeri bir giriyorum ki, öyle pek kalabalık değil. Yalnızca ayakta kaldığımız orta şiddette bir dolmuş. İstanbul için son derece normal. Ama kararı yanımızdaki arkadaşa bıraksak, herhalde bir sonraki seansa ancak yetişecektik.

Sizlerin de “eşek mi anırıyor burada” sözlüğüne ekleriniz varsa, lütfen paylaşın, bu satırlardan yayınlayalım.

Peki neden? Neden bir yok sayma eğilimi var hem kurumlarda hem şahıslarda? Neden biri verdiğiniz tarifi mecbur değilse dinlemezken, bir başkası sorularınıza yanıt vermez?

Elbet tek bir yanıtı yok bu soruların. Sosyal bilimler zordur o yüzden, öyle tek bir formülle her şeyi açıklayamaz, her şahsa, her kültüre uygulayamazsınız. O yüzden güzeldir de aslında, tek doğruların değil farklılıkların peşinden koşar. Ve tam da bu yüzden özellikle psikoloji gibi bilimlerin inatla kendini nicel verilerle açıklamaya çalışmasını, sayısal bilimlere özenip olmadığı ve olamayacağı bir bilim dalı olma çabasını anlayamam hiç. Herneyse, bu bambaşka bir alanın yazısı. Ama engellilik çalışmaları ve araştırmaları açısından bir gün incelemeye değer bir konu.

“Neden” sorumuza geri dönersek, birkaç önermem var aslında yanıt olarak. Bunlardan bir tanesini geçenlerde tezim kapsamında okuduğum bir makale çok güzel veriyor: “Empati değil sempati”. Mackenzie ve Scully (2007) bir felsefe dergisinde yazdıkları makalelerinde insanların engellilerin yaşam kalitelerini değerlendirirken yaşadıkları yanılgıları tartışıyor. Makalenin özünde, aslında empati dediğimiz şeyin kendi vücut bütünlüğümüzün kısıtları nedeniyle çok da mümkün olmadığı örneklerle açıklanıyor. Mesele fiziksel engeli bulunmayan bir kişi, bir tekerlekli sandalye kullanıcısının yaşadıklarını hayal etmeye çalışsa bile bu hayalini bugünkü yürüyebilen bacaklarının kısıtıyla yapıyor. Bir süre tekerlekli sandalyeye oturarak, kendini o kişinin yerine koymayı başardığını sanıyor ama bunu halen, bugünkü bacaklarını kullanabilen kimliğiyle yapıyor. Bu yüzden de yaptığı şey aslında empati değil sempati olarak kalıyor.

Mackenzie ve Scully önermelerini destekleyen bir dizi araştırma örneği veriyor ardından. Bu araştırmalara göre, hem engelli bireyler hem de onların yakınlarındaki kişiler engelli bireyin yaşam kalitelerini değerlendiren bir puanlama dolduruyorlar. Sonuçlar şaşırtıcı, engelli bireyler onların en yakınındaki kişilerle bile karşılaştırıldığında, kendi yaşam kalitelerini çok daha yüksek olarak belirtiyor. Bu durum sonradan engelli olan bireylerde de benzer şekilde gerçekleşiyor.

Makale yazarları olayı şaşırtıcı olarak nitelese de ben öyle görmüyorum. Çoğu tırnak içinde normal diye kendini addeden kişi, bir engelliyle karşılaştığında durumu çok trajedik bulur. Çünkü kendince empati yaptığını sanarak “Şimdi kör olsaydım bir adım bile atamazdım” diye geçirir içinden örneğin. Ona göre gözün kapalı olması, bacakların hissetmemesi, kulakların duymaması tam bir kaos, tam bir yaşam sonudur. Ama atladığı bir şey vardır, kendini engelli kişinin yerine koyduğunu sanırken, aslında o, hala görebilen, yürüyebilen, duyabilen bedeniyle bunu yapar. O bedenin gerçekleriyle engelli bireyi düşündüğünde de karşısında bireyden çok çaresiz bir zavallı canlanır.

Önermemi yukarıdaki vakalardan bazılarına uyarlayalım. Servis şoförü neden sözüme güvenmeyip, diğer servis kullanıcılarından da teyit alma gereği duydu dersiniz? Muhtemelen ben bir kör olsaydım, nerede olduğumu bilmem, anlamam imkânsız olurdu algısı böyle bir şeyi yapmaya mecbur bıraktı kaptanı. Ya da taksi şoförü, “Ben görmeseydim beni her yere biri götürürdü herhalde” diye geçirdi bilinçaltından ve otomatik yanıtları, bizi değil; kendisi gibi görebilen babamı dinlemesine neden oldu. Veya hava yolu şirketleri engelli olmayanların belirlediği engellilerle empati kurarak yaptıkları analizlerde, “Engelli olsaydık, yardım ve refakatçi olmadan bir yere gitmemiz mümkün olamazdı muhtemelen” bilinciyle hareket edip, biri engellinin yanındaysa, ona refakat etmek için buradadır sonucunu çıkarıverdi.

Burada amacım, insanların iyi niyetle kendilerini başkasının yerine koyma çabalarını yermek değil asla. Yalnızca, bunun karşı tarafın ne istediğini anlamak için yeterli bir yol olmadığını fark etmemiz gerektiğini ortaya koymak istedim. Bir kişinin ne istediğini ve ihtiyaçlarını düşünürken, yalnızca kendi algılarımıza ve hayal gücümüze başvurduğumuzda, yanılma olasılığımız çok yüksek. O nedenle de önemli olan önce dinlemek ve kararı dinlediğiniz kişiye bırakmak. Önemli olan karşımızdaki kişinin ihtiyaçlarını onun anlatısı üzerinden okuyabilmek.

Dedim ya, sosyal bilimlerde hiçbir zaman tek bir doğrudan söz etmek mümkün değil. Neden “adam yerine konulmuyoruz” sorusunun da tek bir yanıtı yok. Ve yukarıdaki empati sempati önermemin her vakayı açıklaması da mümkün değil. O yüzden meseleye başka açılardan da bakmak zorundayız. Sizlerle paylaşmak istediğim iki önermem daha var. Birincisi bilişsel tembellik ve makine gibi çalışan zihinler. İkincisi ise, kendine güven eksikliğinin farklı olan kişiye yansıtılması. Ama bunları bir sonraki sayıda tartışmak istiyorum. Bu arada sizler de, ben de ne demek istiyor olabileceğimi biraz düşünelim ve zihnimizin daha fazla kısmını kullanmak için bir vesile yaratalım.

Bu yazıyı şöyle bitireyim, ille de empati kuracaksanız, gittiğiniz bir yerde insanlar sizi yok saydığında, bir toplantıda sözünüze kimse değer vermediğinde nasıl hissettiğinizi bir düşünün. Birilerini anlamak, önce onları dinlemekten ve gerçekten ne istiyor olabileceklerini kavramaya çalışmaktan geçer. Özellikle kurumların ve o kurumlarda ön sahada çalışan kişilerin, engelli bireye görünmezliği bir kadermiş gibi hissettirme hakkı, şansı ve lüksü yok ve olamaz.

 

Kaynakça

Mackenzie, C., & Scully, J. L. (2007). Moral Imagination, Disability and Embodiment. Journal of Applied Philosophy, 24(4), 335-350.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.