Hayatta ne çok kirleniyoruz hiç düşünüyor musunuz? Işık hızıyla uğradığımız yabancılaşma, sizi hiç hayrete düşürmüyor mu? Beni düşürüyor. Kahrediyor, mahfediyor. Her şey, birilerinin, aşırı sahip olma hissiyle başladı. Sınıflı topluma geçişten itibaren, birileri, hep hakkı olmayan, haddi olmayan şeylere sahip oldu. İnsanın sahibi olur mu? Oldu. İnsanlık, köleci dönemden itibaren, dünyayı dünya olmaktan utandıracak iğrençlikler yaptı. Birileri, ormanlara, su kaynaklarına el koydu. Oluşumunda hiçbir katkısı olmadığı halde, kullanım hakkı, onunla eşit olması gereken canlıların kullanımını kısıtladı. En korkuncu da, diğer canlıları, insanlarda dahil buna mülkü olarak görmeye başladı. İnsanlar köle pazarlarında satılır oldu. Kadın, ikinci sınıf bir cins olarak görülüp erkeğin mülkü sayıldı. İşte bütün iğrençlikler böyle başladı. Sınıflı toplumun, en gelişmiş ve son evresi olan kapitalizm; kendisinden önceki tarihsel evrelerin tecrübelerini de değerlendirerek, bu vahşeti hükmettiği biliminde gücüyle, aklın, hayalin ulaşamayacağı noktalara getirdi. Artık, insan dahi sağladığı kazanç kadar değerliydi. Herkes ve her şey; mülkleştirilebilir, yok edilebilirdi. İşte bu nedenle, güzel olan, insani olan değerli olan şeyler yok edildi. Doğa, bütün cömertliğiyle, oksijenin, güneşin, ormanların, o muhteşem zenginliğini bize sunarken; biz ona, zehirli gazlarla, beton yığınlarıyla karşılık verdik. İnsani olan değer yargılarımız vardı. Onun ters düz edilmesiyle, insanlığımızı unuttuk. Güzel bir bahar günü, sevgilinizle el ele, ya da bir dostunuzla, ya da, tek başınıza; sokakları arşınlamanın zevkini, hangi ganimet karşılayabilir? Veya bırakıvermek kendini bir ağacın kıyısına, saatlerce öylece durabilmek, çıkarsız, umarsız bir dostunuzun kapısını çalabilmek; doğamızın gereği olan bütün bu güzellikleri bırakıp, beton yığınlarının içine, tv ekranlarına, sanal dünyalara savruluşumuz. İnsanlığa yapılan en büyük ihanet değil mi? Evet hiçbir anlamı olmayan kariyerizm hırsıyle birbirimizi ezmek zorunda bırakılıyor, gürül gürül akan dünyaya kapımızı örtüp, ofis odalarında ömür tüketiyor, en yakınımızdaki insanlara bile çıkarsız yaklaşamayacak hale getiriliyoruz. Herkes tarafından, kutsal sayılan aşkın bile, içi akıl almaz şekilde boşaltılmadı mı? İsterseniz şöyle bir deneme yapalım: çevrenizde ki insanlara aşık olduğunuzu söyleyin. Size sorulacak soruları, yazayım: Ne iş yapıyor? Durumu nasıl? Güzel mi? Yakışıklı mı, engelli mi? Sorusunu zaten direk eliyorum. Maalesef, hiç kimse çevresindeki birisine, engelli bir partneri layık görmez. Kısacası, en mantık tanımayan, bu duygusal bir eylem biçimi olan aşkı bile; pragmatist, hastalıklı bir ilişkiler ağına çevirmeyi başarmışız. Tabi ki burada bir de ironi var. Sürekli gözü kör olmakla nitelendirilen aşk, körlere layık görülmez. Bu durum bile, insanların başkalarının yaşamları üzerinde söz söyleme, onlara,kendi mülkleri olan bir eşya gibi davranma hadsizliğini gösterirler. İlişkiyi kendileri yaşamadığı halde: yaşayanların, ekonomik durum, ulus ya da, inanç aidiyeti, fiziksel yapısı, engel durumu, cinsel tercihi vb. yönleriyle değerlendirip, yönlendirmeye çalışırlar. İlişki durumunda da, kadını erkeğin mülkü olarak görür; ona göre konumlandırırlar. Kapitalizmin kadını metalaştıran, bakış açısıyla, toplum içerisindeki feodal algının bir sentezinin oluştuğu bizim gibi toplumlarda; kadının vay haline. Çoğu zaman maruz kaldığı; taciz tecavüz vb. iğrençlikleri bile çevresiyle paylaşamaz. Bu tür durumlar ortaya çıktığında da, genellikle utanmazca, kadın suçlanır. Kendi ailesi içerisindeki kadınları, yalnız başına hastaneye bile göndermeyen, taksiye binmesine, dışarı çıkmasına izin vermeyen; sözüm ona namus bekçileri, dışarıda, başka kadınlarla karşılaştıklarında, her türlü iğrenç davranışı yapmaktan çekinmiyorlar. Özge Can Üniversite öğrencisi genç bir kadındı. Nasıl katledildiğine burada değinmeyeceğim. Özge Can’ın katlinden sonra, haklı olarak, bir çok tepki gösterildi. Bu tepkiler içerisinde, maalesef, samimiyetsizliği sırıtanlarda, çok çaydı. İdam önerenler, kısas önerenler, hatta tepkiye tepki gösterip; kapayın çenenizi diyenler. Bu tür ucuz politikaların tek bir amacı var. O da, kadına yönelik şiddetin politik olduğu gerçeğini gizlemek. Oysa en yetkili ağızlardan, kadının nasıl gülmesi, nasıl oturması, nasıl doğurması, nasıl yaşaması hakkında fetvalar veriliyor.” Kız mı? Kadın mı? Ne yaptıkları belli değil” denerek hedef gösteriliyor. Peki bu kadar iğrençliğe insanlar hiç ses çıkartmıyor mu? Tek bir insan bile; doğal kaynakların yağmalanmasına, emek sömürüsüne, kadının aşağılanmasına, ayrımcılığa ses çıkartmıyor mu? Diye bilirsiniz. Tabi ki, çıkarıyor. Hatta öyle insanları çokça yetiştirmiş halklar. Spartaküslerden ,Bedreddinlere ,Gorkilerden , Nazımlara, çeşitli araçlarla, zulme karşı direnenleri yaratmış doğa.Daha Bir buçuk yıl önce, doğasını, geleceğini ve onurunu korumak için, gözünü kırpmadan ölüme koşan gençlerimizi uğurladık.Bu topraklar, yaşadığımız yüzyılda da, geride bıraktığımız yüzyılda da, insanlık onurunun en değerli neferlerini ağırladı. Yaşar Kemal, bu toprakların dünü, bu günü ve yarınıdır.Ne mutlu bize ki, böyle bir değerle aynı havayı soluduk ve ondan çok şey öğrenme imkanı bulduk. Maalesef, şu acı gerçeği hepimiz biliriz, egemen sınıflar tarihi, kendilerine göre yazarlar ve yalan yanlış şeylere inanmamızı isterler. Yaşar Kemal ezilenlerin tarih yazıcısıydı. Yalansız, yalın müthiş bir imgelemle, ele aldı yakın tarihimizi. O kadar akıcı bir dili vardır ki, saatler sonra, kitabı bıraktığınızda, geçen zamana kendiniz bile inanamazsınız. Müthiş bir betimleme gücü vardır. Örneğin: Çukurova’yı, Anavarza kayalıklarını; hatta kitaplarında anlatılan hiçbir yeri gidip görme şansım olmadı. Ama, o yerlere dair resmen bir harita oluştu kafamda. İnce Memet, cumhuriyet sonrası, topraksız bırakılan köylülerin, ağa ve bey zulmü altında nasıl inim inim inletildiğini, inanılmaz gerçekçi bir biçimde ele alır. İnce Memet, topraksız, çıplak, aç; bırakılan insanlığın, onur ve haysiyet için, baş kaldırışıdır. Abdi ağanın ininde, yatak odasında, patlayan mavzer; ayaklar altında çiğnenen Döne anaların, küçücük yaşına rağmen köle gibi çalıştırılan Memetlerin, bir avuç toprak için katledilenlerin; zalimler üzerinde patlayan yumruğudur. Ateş, Demirci Kawa’nın, zalim Dehak’a karşı simgelerinden birisidir. İnce Memet’in her başarı haberinde, köylerde devasa ateşler yakılması, o kölece koşullara karşı halklaşmış bir isyanı simgeler. Sınıfsız imtiyazsız bir toplumuz martavallarına, savaş kaçkınlarının, edindikleri madalyalarla, köylüyü kendi toprağında, nasıl ırgat ettiğini göstererek cevap verir. Aslında, Ermeni mallarının akıbetinden, Kürt sorununa, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği konuları cesurca işleyerek,çağının İnce Memet’i olmuştur.Bu nedenledir ki, 80 yaşını geçkinken ve, tüm dünyada bir idol olarak tanınırken, Türkiye’de çeşitli yargılamalar geçirmiş, hakkında hapis cezaları istenmiştir. Ele aldığı konular ve işleyiş şekliyle, tam anlamıyla özgün bir yazardır. Yukarıda belirttiğim betimleme gücünün yanı sıra, şiirsel bir anlatımı vardır. Sözlü halk edebiyatı kaynaklarından çokça faydalanmıştır kitaplarında. Hatta” Ağıtlar” adında, bir derleme kitabı vardır. Bu kitapta; Anadolu insanının, yaşamak zorunda bırakıldığı büyük acılara, kaybettiği değerli canlarına yaktığı ağıtları; en doğal, en yaman haliyle görebilirsiniz.” Ağrı Dağı Efsanesi”nde, halk dilindeki anlatımı, kendi betimleme gücü ve yalın diliyle sentezleyerek, doğal ve modern bir efsane anlatımı yaratmıştır. Bu kadar tarihsel, politik olayları ele alan büyük bir yazar; politik görüşlerini anlatan bir düz yazı kitabı yazmaz mı? Tabiki de yazar. “Baldaki Tuz” Cumhuriyet Gazetesi yıllarında yazdığı güncel yazılardan oluşur. Güçlü bir anti emperyalizm vurgusu dikkat çekiyor o yazılarda.
“Yılanı Öldürseler” toplumun kadına bakış açısını çok vurucu bir şekilde ele alıyor. Bu gün bile bir çok şeyin değişmediğini anlayabiliyoruz. “Sarı Sıcak” öykü kitabıdır. Bu kitapta da, o alıştığımız etkileyici diliyle; işçileri, çocuk işçiliği, parasız kalmış öğrenciyi, köyünde seks objesi olarak görülen bir kadının, başına gelen iğrenç olayları; ve buna benzer bir çok sorunu ele alıyor.” Sarı Sıcak”taki, bebek öyküsünde, kör bir kadından söz ediliyor. Toplumdaki, kör algısını da olduğu gibi yansıtıyor aslında. Kadınlar kendi aralarındaki konuşmalarda: Hasan çocuğu kör karıya mı bırakmış? Karı, çocuğun ağzı diye gözüne dayıyomuş biberonu. Gibi, halkımızın muhteşem, engelli algısının konuştuğunu görüyoruz “Kuşlarda Gitti” ve” Deniz Küstü” de, şehirlerimizin, özellikle İstanbul’un başına gelen ve gelecek olan, büyük tahribatı; açıkça göz önüne seriyor.” Bir Ada Dörtlüsü” (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Karıncanın Su İçtiği, Tan Yeli Horozları ve Çıplak Deniz, Çıplak Ada) bu dörtleme, bence, şaheserlerin şaheseridir. Koskoca bir tarih, bir dünya savaşı, geçmişten geleceğe, zamanın o hızlı devinimi; küçücük Karınca Adasına sığar mı? Sığıyormuş. Böyle bir şaheseri, Yaşar Kemal yaratabilirdi zaten. Mübadelenin soğukluğunu, buradan bıçakla kesilip, Yunanistan’a fırlatılmış, oradan kesilip Türkiye’ye fırlatılmış gibi, yabancılık çeken, köklerinden edilen; Rum Ve Türk halkları. Savaşın, egemen güçlerin, halkların kardeşliğini, rahatını, geleceğini, nasıl yokettiğinin bir kanıtı. O kadar müthiş geçişler yapmış ki usta,” Karınca Adası”nda, kuş cıvıltıları, arı kovanları, çiçekler arasındayken; bir anda, Sarıkamış dağlarında, donup ölen insanlar arasında, buluveriyosun kendini. Ele aldığı halkların özelliklerini o kadar güzel anlatıyor ki, unutmak mümkün değil. Ezidi kırımı sırasında, göğüsleri kesilip, Dicle’ye atılan kadınları ve o göğüslere üşüşen kartalları, öyle bir anlatmış ki; günlerce kabusum oldu. Ezdilerin, sürekli Türk, Kürt ve Arap kabileleri tarafından kırıldığını, Ezidi inancında kan dökmenin iyi karşılaınmadığı, bu nedenle, hep dağlara sığındıklarını o zaman öğrenmiştim. Ne yazık ki, anlatılan vahşetten 100 yıl sonra, İşid çeteleri, daha büyük bir vahşeti Ezidi halkına uyguladı ve, binlerce insan, dağ başlarında, açlık ve susuzluktan kırıldı. Aynı kitapta, bir sohbet arasında, en iyi körlerin balık tuttuğunu söylüyordu. O günden beri balık tutmayı denemek isterim. JDaha öncede olan bir merakımı, kamçılamış oldu. Niye daha iyi körler tutuyor, buda bir katagorize etmek değil mi diye düşünüyordum. Sonra bir dergide, imkansız bir şeyi anlatmak için, görmeyen birisinin balık tutması gibi bir cümle geçmişti. Bir ada dörtlüsündeki, o tümce, umarım bir yanıt olmuştur o arkadaşlara. Yaşar Kemal, kapitalzmi de, kapitalizme geçiş sürecini de, sistem tarafından mağdur edilen insanları; işçileri, yoksul köylüleri, kadınları, ezilenleri çok iyi anlatmıştır. Keşke, usta, kendi tarzıyla, engeliliğe dairde bir şeyler anlatmış olsaydı. Kendisinin de tek gözünün kör olduğunu, çok sonra öğrendim. Bu konuyu da doğru gözlemle, harika anlatabileceğine inanıyorum. Bence edebiyatta, engellilikte, hak ettiği yeri almalı. Özellikle toplumcu gerçekçi yazarların, bu konuda araştırmalar yaparak, eserler üretmesi önemli. Belki Yaşar Kemal artık bu konuda yazamayacak ama eminim ki, bu konuyu da hakkıyla işleyecek yazarlarımız vardır. Yeni nesil görme engellilerde yazıya karşı müthiş bir duyarlılık var. Bu alandaki boşluğu niye onlar doldurmasın? İnsan belki de en iyi kendisinden başlar anlatmaya. Bu konudaki ümitlerimi saklı tutuyor ve sizlere, İnce Memet’in son sözleriyle veda ediyorum.
"Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi
asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.
"Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.
"Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."
Not: Burada ele aldığım kitapların çoğunu, en az 10 yıl önce okumuştum. O nedenle sürçilisan etmişsek affola diyelim. Yazı çok uzadığı için:” Binboğalar Efsanesi”, “Teneke”, Yer Demir Gök Bakır” ve bir çok kitabı anlatamadık. Buda ufak bir mahcubiyetimiz olsun.