Sevgili okurlar, acısıyla koca bir yılı geride bıraktık. Acısıyla diyorum çünkü: henüz insani duyarlılıklarını kaybedecek kadar kendine yabancılaşmamış insanlar için, 2014 kâbus gibi bir yıl oldu. Soma’dan Ermenek’e yerin metrelerce altında, ölümlerin en vahşisini yaşadı maden emekçilerimiz. Umutla beklediğimiz her gün, ölüm kokan bir ejderha gibi çullandı üzerimize. Sokaklarda, mevsimlik iş yollarında, evlerde, Şengal’den Kobane’ye 30 yıla sığacak acıyı bir yılda yaşadık. Takvimler milenyum çağını gösterirken, 19. yüzyılın ilkelliğini yaşamak zorunda kaldık. Bizim açımızdan 2014’ün en mutluluk verici olaylarından birisi, dergimizin yayın hayatına başlaması oldu. Ayrımcılık vakalarından erişilebilirlik sorunlarına, Birçok konuda ki çözüm önerilerimizi paylaşma, tartışma imkânı bulduk. Engelliliğin bir organın eksikliğinden değil, toplumun engellilere bakış açısı yüzünden olduğunu ispatlamak adına, birçok başarı öyküsü ve teknolojik gelişmeyi burada ele aldık. Fakat her ne olursa olsun, bazı önyargıları kırmak kolay olmuyor. Yukarıda, milenyum çağında, 19. yüzyılı yaşadığımızı söylemiştim. Maalesef bu yazımda da bu durumun engelliler için fazlaca geçerli olduğunu ele alacağım. Bu karanlık hiç bitmeyecek mi? Gün ışığını gösterecek bir pusula yok mudur? Bu satırı okuyanlar, hemen mendillerini hazırlamasın. O kutsal gözyaşlarınızı size iade ediyorum. Zira yakındığım karanlık, benim körlüğüm değil; toplumun bu konuya yönelik karanlık bakış açısı. Neredeyse her sayımızda, engellilerin, çok özel, toplumun diğer bireylerinden farklı insanlar olmadığını anlatmaya çalıştık. Fakat her gün karşılaştığımız sorunlar, bu konuyu sürekli ele almamıza yol açıyor. Engelli kimdir? Bir melek kadar temiz, günah işlemekten bile aciz bir süs bitkisi mi? Yoksa bulunduğu topluluğun içinde, bütün olumsuzluğu yaratan kişi mi? Her iki bakış açısını da günlük hayatımız da gözlemleyebiliyoruz. Birinci bakış açısına sahip topluluklarda: birileri sürekli size içini döker, ilgili ilgisiz her konuda sizden akıl almaya çalışır. Yani kısacası, size Google amca muamelesi yapar. Aradaki fark: Google amcanın fikirleri pratikte uygulanır, sizinki, sadece bilgi alan kişinin vicdanını rahatlatmaya yarar. Çok az pratiğe döküldüğü görülür. Bu topluluklarda, dakika başı gelip hal hatır soran eksik olmaz. Ama topluluk faaliyetlerine daha az katarlar sizi. Kattıklarında da genellikle konu mankeni rolü biçerler. Çayınızın şekerine kadar atma cüretini bile kendilerinde görürler. Engelliler için en tehlikeli topluluk, belirttiğimiz topluluk biçimidir. Zira birçok arkadaş, o çakma saltanatı çok fazla benimserler. Gerçekte saltanat sandıkları şeyin, onları sıkı sıkı bağlayan bir pranga olduğunu bile anlamazlar çoğunlukla. Bu saltanat, sizin kendinize ait bir kişiliğiniz olduğunu dayattığınızda, çoğu zaman ona bile gerek kalmadan; topluluğun hoşuna gitmeyen en ufak davranışta tuz buz olur. Örneğin: çevresindekilere onda birini yapamayacağı iğrenç “şakaları” size layık gören densizlere, hop arkadaşım haddini bil dediğinizde, kıyamet kopar. “Vay biz herifi adam yerine koyup şaka yaptık, kendini bir halt sandı” diye yaygarayı koyuverirler. Bu davranış tarzına çok fazla maruz kalınır. Sizi yolda karşıdan karşıya geçirme teveccühünü gösteren bakkal amca; yarın arabasını kaldırım üzerine park eder. Siz bu duruma tepki gösterdiğinizde de, ben seni karşıdan karşıya geçiriyordum, bunlar da fazlaca nankör oluyorlar diyebiliyor. Bunun ilginç bir örneğini bizzat yaşadım. O çok çok namuslu, mahallenin polisi rolüne soyunmuş, kendi mesleği dışında her halt olduğuna inandırılan mahalle esnafı, LGBTİ’lere saldırıyordu. Ben de olaya müdahil oldum. Tartışma bayağı büyüdü. O esnada, daha önce kendisine tıraş olduğum ve tıraştan sonra birkaç kez, karşıdan karşıya geçmemde yardımcı olan berber, “daha tek başına karşıdan karşıya geçemiyorsun, sen karşıdan karşıya geçerken bunlar koluna girse ne yapacaksın” dedi. Bir toplumun, engelliyi ne gözle gördüğünü ispatlamak için daha fazla bir söze gerek yok sanırım. İkinci bakış açısı da, aynı bilinçaltından beslenir. Fakat kendisini daha olumsuz bir görünümde ortaya koyar. Bu türün en büyük özelliklerinden birisi, sadece engellilere değil, kendisi gibi olmayan her kesime karşı suçlayıcıdır. Mesela: bir roman ailenin yaşamış olduğu bir mahallede, hırsızlık olayı olsa hemen o aile suçlanır. Başka bir örnek: çoğu erkek muhabbetinde, toplumsal normlara göre ahlak dışı sayılan eylemler, elimin kiri modunda, övüne övüne anlatılırken; kendi mahallesinde yaşayan bir LGBTİ’yi “Ahlaksızlık yapmak ve ahlaksızlığı yaymakla” suçlayabilir. Bu örneklerin çeşitli türevlerini: Kürt sorununda yaşanan bir gerginlikte, Kürt halkına yönelen şiddetten, Alevi halka yönelik ev işaretlemelerine kadar birçok alanda görebiliriz. Tabii ki bu güzide ayrımcılık türünden bizim ibretusları faydalandırmamak çok ayıp olur. Onlar da toplumun bu güzel bakış açısını fazlasıyla yaşamalılar. Bu konuda bir örnek: körler derneklerinden birinin bulunduğu binada, asansör bozulsa, yöneticinin ilk çalacağı kapı derneğin kapısıdır. Bu duruma defalarca tanık olmuşluğum var. Binadaki işyerlerine gelenlerden bazıları, 4 kişilik asansöre 7 kişi binerlerdi. Bu olay herkesin gözü önünde gerçekleşmesine rağmen, yine suçlanan körler olurdu. Öncelikle, engellilerin, herkes gibi nefes alan, keyifleri acıları herkesle aynı olan insanlar olduğunu unutmamak lazım. İçinde bulundukları toplumdan farklı düşünce ve yaşam tarzlarını benimseyenlerin de, bu tercihi engelliliğin yarattığı bir zorunluluk değil, kendi özgür iradelerinin ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu durumu göz önünde bulundurup, engellileri ayrı bir tür olarak değerlendirmekten vazgeçilmeli. Önce davranış tarzından işe başlanabilir. Örneğin: topluluk içerisinde olan bir engelliye, soru sormak istendiğinde yanındakine değil direkt sorunun muhatabına yönelmek. Çok daha mantıklı bir yöntem değil mi? Burak bey çay alır mı? demek var, Burak bey çay alır mısınız demek var. Hiç yoksa zamandan tasarruf. Kör birisini sağır olarak değerlendirmemek de, bir engellinin tüm engelleri içinde barındırdığı fikrinden daha mantıklı görünüyor değil mi? Kör birisine, bir şeyi, bağırarak anlatmanın anlamı ne? Sonuçta sinir bozucu bir gürültüden başka bir şey değil.
Ya da bir mekâna girip çıkarken herkesle tokalaşıp, orada bulunan engelliye sadece merhaba demek; bazı zamanlarda onu da yapmamak neyin kafasıdır. Hani böyle yapanlarla tokalaşmaya çok da meraklı olduğumdan değil de, en azından insan taklidi yapmak medeniyettendir. Tokalaşmak deyince karşı tarafın uzattığı eli fark edemediğimiz oluyor, tam o elini çektiğinde, biz uzatıyoruz; ufak bir tokalaşma krizi yaşanıyor. Bu nedenle, kör birisiyle tokalaşırken, parmak şaklatmak fena bir yöntem değil. Bu davranışların birçoğunu kafamda anlamlandırabiliyorum ama anlamlandıramadığım bir şey var. Bir alanda yetkinsin, bulunduğun ortamda saatlerce o alan üzerine sohbet ettikten sonra; zıp çıktı birinin, “ha sen o işten anlıyormuşsun” olayını bir türlü anlamıyorum. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Şöyle örnekleyeyim, bilgisayara format attığıma, program kurduğuma, birçok işlemi başarıyla yaptığıma defalarca tanık olan birisinin; sen Word’de yazı yazabilir misin?” demesi gibi. Çok önceden bağlama dersi verdiğim, gören bir öğrencime “klavyeye bakma, perdeleri ezberle” dedim. “Klavyeye bakmadan olmaz ki” dedi. Ben de “benim klavyeye bakma şansım yok, bende nasıl oluyor “dedim. “Gerçekten bilmiyorum, aslında olması imkânsız” gibi dâhiyane bir cevap aldım. Birde şaka maskesi altında yapılan saçma sapan davranışlar var. Sessizce gelip dokunmak, vurmak, elindeki bir şeyi almak gibi. Bu davranışı yapanlar muhtemelen kendileri de, ikaz edilene kadar yaptıklarını masum bir şey sanıyorlar. Ama bu davranışlara prim vermemeliyiz. Tabii ki samimi olduğumuz insanlarla şakalaşırız. Ama kimse engellileri sirk hayvanı sanma gafletine düşmesin. Genellikle sirklere yakışacak olanlar, bu tür davranışları yapanların kendileridir. Bu davranışlara kesinlikle prim verilmemeli. Eyyyy toplum, farkındaysan gayet makul şeyler istiyoruz; atla deve değil. Tabii ki makul olmayan şeyler isteyenler de var. Onlar bizden değildir. Bu işin davranış kısmıydı. Onun dışında yine makul şeyler istiyoruz. Sokakta özgürce, ölüm korkusunu yaşamadan dolaşabilmek. Birileri, körlerin bağımsız hareketi için diye yardım kampanyaları açıyor. Hayır, biz paranızı pulunuzu istemiyoruz. Kaldırımlar, yayaların malıdır. Oralara reklam panolarınızı, tezgâhlarınızı, o çok çok kıymetli arabalarınızı koymayın. Çukurlar, kaldırımlardaki eğilmiş ağaçlar, ne halta yaradığı belli olmayan demir ve taş parçaları… Bunlar olmadan hayat çok daha yaşanılır olacaktır. Takvimlerin 2015’i gösterdiği, altını çiziyorum, milattan sonra 2015’i gösterdiği günlerde bir arkadaşımız, “Ben hangi çukurda öleceğim” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Hemen, “o içine kapanık, engelini yenememiş birisidir.” diye mazeret üretmeye çalışanlar varsa, hayır; gayet bağımsız hareketi olan, danışmanlık yapan kendiyle barışık bir insan. Ona bu başlığı attıran neden defalarca yol ortasına kazılmış gereksiz çukurlara düşmüş olması, böyle saçma sapan ihmaller yüzünden birçok arkadaşının yaşadığı çok hazin sonuçlar. “Eee durum böyleyken onlar da dışarıya çıkmasın” diyenler oranınız hiç azımsanmayacak kadar olsa da, size de halt etmişsiniz diyoruz. Başka bir dünya yok. Engelliler için ayrı okullar, ayrı şehirler, ayrı dünyalar hazırlayanlar; bu dünya bizim. Bugüne kadar her şeyi mücadele ederek kazandık ve bu günden sonra da öyle olacak. Başkalarından şefkat bekleyenler, bağımsız hareketi bile paraya endeksleyenler; toplumun geri bilincine hizmet ededursun. Eşit, engelsiz, erişilebilir bir yaşama inanan engelliler çoğunlukta. İnanıyoruz ki, dişimizle tırnağımızla hangi çukurda öleceğimizi düşünmek zorunda kalmadan; eşit ve erişilebilir bir yaşamı kazanacağız.