“Düşünmek sessiz konuşmaktır”, diyor Platon. Sözcüklerle düşünürüz yani. İlk bakışta, sözcüklerimizin düşüncelerimizi yansıttığı sanılabilir, ancak daha önce olan, sözcüklerimizin düşüncelerimizi yarattığı gerçeğidir. Her insan bir kültürün içine doğar ve aynı zamanda doğal olarak bir dilin içine doğmuş olur ve o dil ile düşünmeye başlar, eşitlik meselesini analiz ederken, düşüncelerimizi hem yaratan hem de yansıtan bir gösterge olarak, dilden yola çıkıp, eşitsizliği ve onu var eden düşünce zeminini tahrip etmek istiyorum.
Kulaklarımızın çok aşina olduğu bazı kalıp ifadeler vardır, hayatın her alanında fazlaca bulunurlar, örneğin, “siyahi futbolcu” diye bir tamlama vardır, spor bültenlerinde, maç anlatımlarında yaygın olarak kullanılır bu ifade, siyahi olmanın futbolculukla ne gibi bir ilgisi olabilir? Ya da, “güzel oyuncu veya yakışıklı oyuncu” denmesinin ne gibi bir anlamı vardır? Güzel olup olmamanın oyunculukla hiçbir ilgisi yoktur. Ülke çapında yapılan bir şarkı yarışmasında, “bu yılki yarışmamıza katılan engelli adaylar da vardı” diye belirtmenin ne gereği vardır? Katılabildiğine göre, demek ki, - belki birkaç küçük düzenlemeyle - engelliler de katılabiliyormuş, katılabiliyormuş ki katılmış. Spordan sanata, eğitimden sosyal yaşama kadar her alana yapışıp kalmıştır bu ayrımcılığın sinsi izleri. Peki ya bir terör saldırısında ölenlerin, cinsiyetleri, sivil mi asker mi oldukları, dinleri, hatta mezheplerinin ne olduğu neyi değiştirir? Belirtildiğine göre, değiştiriyor demek ki bazı şeyleri, neyi değiştirdiği sorusunun cevabını size bırakıyorum…
Yaşayan bir varlık olarak dilde, gereksiz sözcük veya kullanımlara yer yoktur. İşlevi olmayan unsurlar dilde uzun süre yaşayamaz ve ortadan kalkar, yani dilin unsurları gereklilik prensibine göre varlıklarını sürdürürler, gerekli olan ise, belirtildiğinde bir şeyi değiştirecek olandır ve aynı zamanda özellikle vurgulanan şey, normalin dışında olandır, beklenmedik olandır, tuhaf ve tehlikeli olandır. Örneğin bir bardağın üzerinde “dikkat sıcaktır” yazabilir ancak, “sıcak değildir, rahat rahat tutabilirsiniz” vb. yazılmaz. Bir yol işaretinde, “dikkat kaygan zemin” ifadesi bulunabilir, ancak, “zemin kaygan değildir, sorun yok rahat olun” diye belirtilmez, eğer biz hiçbir zaman dolaptan soğuk su içmeyen biriysek, bir yaz günü, büfeden su alırken, “dışarıdan olsun” deriz, çünkü bu olağan olanın dışındadır. Olağan olanın ne olduğu ise tamamen yapay bir varsayımdır, bir başka referans noktasına göre verilmiş bir karardan ibarettir, gerçekliği yoktur yani, bardağın içindeki sıvının sıcak olduğu bile bir iddiadır yalnızca, “sıcak” derken insanın dayanabileceği sıcaklık aralığı kriter alınarak söylenir bu, aslında bardak sıcak ya da soğuk değildir, yalnızca 80 derecedir mesela, hepsi bu. Aynı bu şekilde doğada eşitlik ya da eşitsizlik diye bir şey yoktur, herşey kendine benzer ve kendine özdeştir, eşit olma ya da olmama durumu biz insanların üretip yarattığı bir atıf, bir yüklemedir. Eğer şu an sahip olunan duyu organlarımızdan biri hiç var olmuş olmasaydı, örneğin görme duyusu hiçbir insanda var olmasaydı, insanlar bunun eksikliğini hisseder miydi? Böyle bir şeyin varlığından bile haberleri olmadığı için eksiklik veya rahatsızlık da hissetmezlerdi ve tüm yaşam alanları ona göre kurgulanarak gayet olağan bir yaşam tarzı sürdürülmüş olurdu. Bol bol ses olurdu büyük ihtimalle, şu an görüntü kirliliği denen şeyin yerini ses kirliliği alırdı, mesela mağazaların önünden her insan geçtiğinde, mağazanın ismini söyleyen sistemler olurdu tabelaların yerine…
Belki şu anda da bildiklerimizin dışında sahip olmadığımız bir duyu organı vardır, tabii hiç kimse buna sahip olmadığından şu an bunun nasıl bir duyu olabileceğiyle ilgili bir fikrimiz yok, eksikliğini de hissetmiyoruz ve doğal olarak gündemimizde de yok, böyle bir durumun olmadığını kim garanti edebilir? Belki bir başka gezegende pek çok yönden bize benzeyen ancak bu bizim sahip olmadığımız duyuya da sahip olan bir insan topluluğu yaşıyordur ve bu canlılar bizim gezegene, “engelliler gezegeni” adını vermiştir belki. Bizleri ibretle izliyorlardır, o duyu organına sahip olmadan işlerimizi nasıl yaptığımızı, nasıl çözümler bulduğumuzu, hem hayretle hem de acımayla izliyorlardır belki…
Görüleceği gibi eşitsizlik durumu bir başka şeye göre, insan eliyle belirlenen yapay bir kavram sadece. Mesele çoğunluktan farklı olmaktan ibaret gibi duruyor. Sadece nüfusu arttırmak gibi ilkel bir politikayla çoğalmayı düşünmüyorsak eğer, demokrasi kavramından çoğunlukçuluğun değil, çoğulculuğun anlaşılmasına çalışmak gerek, insanların doğal evrim ve gelişimini beklersek, insanlığın gerçek bir uygarlık kuramadan neslinin tükeneceğini düşünüyorum, bu uygarlığı biz kurmalıyız, nasıl mı? Sayısal çoğunluktan daha etkili olan şey güçlü olmaktır, gücü nasıl elde etmeli? Çalışarak, düşünerek, üreterek, yaşayarak. Hiç kimsenin istediği gibi değil, kendi istediğimiz gibi çalışıp, düşünüp, üretip, yaşayarak.
Ve elbette güçlerimizi birleştirerek.
Hak verilmez, alınır.
Almalıyız, alacağız, zorundayız!