Ne mutlu, dışarının karmaşasının üzerine kapısını kapattığı anda, içinde huzur bulabildiği bir evi olana! Ne mutlu yolda olana!
'Ev' denen şeyi bir bütün olarak çok severim. Her bir odasını, her bir köşesini ayrı ayrı severim. Mutfağı da bir ayrı severim. Öyle yemek yapmayla, yemeyle, yemek kokularıyla da hiç aram yoktur oysa. Yine de mutfakta vakit geçirmekten ayrı bir keyif alırım. Lise zamanlarımda kendime ait bir odam olduğu halde, mutfakta ders çalışır, gecenin bir vakti mutfakta tek başıma oturur kahve içerdim. Daha huzurlu, daha güvenli bir yerdir sanki mutfak. Yalnızken de öyledir, birileri varken de. Daha sıcak, daha mesafesiz bir ortamdır sanki; değişik bir rahatlığı vardır bu yüzden.
Biz ailece böyle düşünüyor olacağız ki, bazen tüm aile üyeleri, hiçbir işimiz bulunmadığı halde aynı anda mutfakta oluruz. Orada gerçekten işi olan tek kişi annemdir çoğu kez. Birisi masanın bir kenarına ilişmiş telefonuyla oynar, birisi yaklaşık on dakikadır elindeki su bardağıyla su içmektedir, bu arada iki kişi de başka yer yokmuş gibi ayakta durmuş birbiriyle havadan sudan konuşmaktadır.
Aynı anda onlarca konu konuşulur, hepsi de kimseye bir ağırlık yapmadan uçar gider. Ayrı bir hafifliği vardır orada olmanın. Soyduğu salatalıkların kabuklarını, alnına ve yanaklarına yapıştırarak cilt bakımı yapan, ellerini kahve telvesi ve limonla ovarak yumuşatan annemin görüntüsünün olduğu bir yerde ne kadar ciddi olunabilir ki?
Bazen annem, kendisinin de içinde bulunmasından kaynaklı, mutfağın cazibe merkezi olmasından sıkılır; haklıdır da. Yemek yapmakta olan birinin ayağının altında dolaşan, babam da dahil, dört çocuk... Bir dolaptan veya çekmeceden bir şey alması gerekse, dolabın önünde dikilmekte olan birinden müsaade istemesi gerekir, rahat ve hızlı hareket edemez. Koca evde başka yer yokmuş gibi yaşamlarını orada sürdürmeye çalışanlardan birileri çarpışır bazen. Annemin sabrı taşar ve olay yerine müdahaleye gelmiş çevik kuvvet edasıyla, "Derhal boşaltın burayı!" der. Mutfağı terk etme konusunda direnç göstererek, "Ben bir kahve alacaktım" diyen olursa, ona da: "Ben yapar getiririm, boşaltın burayı" diyerek uyarısını yineler. Olaysız ama gönülsüz dağılırız sonra yavaş yavaş.
Bilmem farkında mısınız, mutfak konusundan çıkamıyorum bir türlü. Böyledir işte bizim mutfak. Değişik bir rahatlık verir insana.
İşte yine öyle bir gün; annem henüz bizi dağıtmamış, olay yerini boşaltmamıştı. Ben bir kenarda, küçük bir fındık tanesini on beş ısırıkta yiyerek, telefonumdaki mesajlara bakarken, arka planda bir konuşma dönüyordu. Konunun başına ve geneline hakim değilim. Yanlış anlamadıysam, kardeşimin sevgilisinden bahsediyorlardı. Bir isim geçti arada bir yerlerde, oradan çağrışımla olacak şöyle bir cümle duydum: "Alevi onlar değil mi?" Sadece bu kadarını duymuştum ve yazmakta olduğum mesajı da gönder tuşuna basarak henüz göndermiştim; orta yerinden konuya girerken bir ironi yapayım dedim. Son derece gereksiz ve saçma sapan bir ironi girişimiydi bu. "Ne, Alevi mi?" diye bir çıkış yaptım önce; sonra da "Bizde Alevi’ye kız verilmez" diye ekledim.
Komik miydi? Hayır. Hoş muydu? Hayır. Ama dediğim gibi amacım sadece, böyle bir kalıp cümle kurabilecek insanlarla dalga geçmekti; alaycı bir ses tonu kullanmıştım bu yüzden. Zaten kardeşim de kız değildi.
Ne var ki, açıklamama fırsat vermeden, annemin, "Ne demek o?" diye başlayıp, "Utanmıyorsun da" diye şiddetlenen, "Bir de öğretmen olacaksın!" diye devam eden azarlama fırtınasına tutuldum.
"Şaka yaptım" diyor, daha da batıyordum. Bu nasıl şakaydı, komik miydi yani, yakışıyor muydu bana? Annem sakinleşecek gibi olsa, durumun devam etmesinden tuhaf bir haz duyan kardeşim, annemi tekrardan kışkırtıyordu: "Bu nasıl bir cahillik anlamıyorum" diyordu bıyık altından gülerek; "İnsan ne konuştuğunu bilmez mi canım?"
Ben de ciddi ciddi kendimi açıklamaya çalışıyordum: "Ben hiç öyle düşünür müyüm ya! Saçmalamayın..." O esnada kardeşimin bayağı bayağı arka planda gülerek şunları sayıkladığını fark ettim: "Gerici resmen ya, ülke bunun gibiler yüzünden ilerleyemiyor işte, dünyanın geldiği hale bak..." Ama annem onu duymuyor ve gerçekten de dünyadaki tüm savaşları ben başlatmışım gibi, kaşlarını çatarak "Biz seni böyle mi yetiştirdik?" diyerek beni kınamaya devam ediyordu. Bir umut kardeşime dönüp: "Uzatma sen de artık, bir şey desene!" diye yardım istedim. İki kaşını havaya kaldırarak beni reddederken söylediği, "Hak ettin" cevabını duydum. O eğleniyor, annem kızıyordu.
Tam o anda aydınlandım. Kant'ın içindeki ahlak yasasından yansıyarak üzerinde parlayan, yıldızlı göğün aydınlığıydı bu. Ne güzel bir sahneydi bu böyle. Yakın ilişki içinde olduğumuz Alevi dostlarımız bulunmadığı halde; annem, böyle bir ayrımcılığı hoş görmüyor, kabul etmiyor, tepki gösteriyordu. Bu bakış açısının mutlaka etkisi olmuştu bizim gelişimimizde. Altmış yedi yaşında, ilkokul mezunu bir kadın annem; köklerini eşitlikten alan bir ahlakın güvencesiyle, ev yapıyor bulunduğu yeri.
Neden her eve girdiğimde kendimi bu kadar iyi hissettiğimi düşündüm de; bunun sebebinin, eşitsizliğin ve ayrımcılığın kol gezdiği dışarıda, karşımıza çıkarılan türlü türlü engelle, kendimiz gibi olmamıza izin verilmeyen, insana ve doğaya saygı duyulmayan, sahteliğin ve sığlığın çirkinleştirdiği bir ortamdan duyduğum tiksinti olduğunu fark ettim.
Kaçarak kurtulamayacağımıza da karar verdim hemen sonra. Otoritenin eşitlikten ve hak olandan yana kullanıldığı bir dünyada, evimizin güven ve huzurunu yaşayabilmek için çıkacağız evimizden.
Neyse ki, yalnız değiliz. Evet, dergimiz beş yaşında. Dünya bizim evimiz olsun diye