“Mussolini çok konuşuyor Taranta -Babu” beynimin içinde Nazım’ın plaklardan günümüze ulaşan hışırtılı ve karizmatik sesi. Beni tanıyanlar güzelim şairimizin 120. doğum gününü unutmadığım için diye düşünecektir haklı olarak. Unutmadım elbet ama bu, dizelerin beynimde çınlamasına neden olan başka bir şey. Bala karıştırılmış zehrin, şirinlikle süslenen nefretin, vıcık vıcık “merhametin” yarattığı kusma hissi. Herkes konuşuyor. Hem de çok konuşuyor. Bilmediği ve üzerine kafa yormadığı şeyler hakkında konuşuyor. Konuştukları, kaderine etki etmeye çalıştıkları ve aşağıladıkları milyonlarca insan… Milyonlar hakkında gücü arkalarına alarak nefret saçıyorlar. Bazen verecek cevap bulamıyorum. Çünkü sağlamcıların dizayn ettiği boktan yaşam koşullarında var olmaya çalışırken profesör ünvanlı bir liberalin, “Engelliler lüks yaşamak zorunda değil” tweetini, engellileri savunma adı altında kendini var etmeye çalışan bir gereksizin, “Sizin hiç engelli çocuğunuz oldu mu?” vurgusuna dayalı iğrenç propagandasını gördüğümde bazen diyecek bir şey gelmiyor aklıma. Varsın eleştiri alayım. Benim derdim koca bir sistemle ve zihnimi, emeğimi onu değiştirmek için kullanıyorum. Laf anlatamayacaklarıma karşı da “Elim sanata düşer usta, dilim küfre”. Çünkü kimseye istenmeyen bir çocuk olmadığımı anlatma mecburiyetim yok. Kimsenin de kimseye istenmeyen insan muamelesi yapmaya hakkı yok. Elinde baston var diye saatlerce taksiler önünden teğet geçtiği için yolda bekleyen engellilerin olduğu bir ülkede kimse, “Taksiye binsinler o zaman. Engellilerin lüks yaşaması gerekmiyor” diyemez. Bütün imtiyazları başınıza çalın.
Bu iğrençlikler ile ucuzluklarla karşılaşmamızın nedeni ÖTV muafiyeti ve bazı hakların elimizden alınmasının gündeme gelmesi… Bir anda herkes engellilik uzmanı ve adalet timsali oldu. Şu derginin tüm sayıları taransın, hepsinde pozitif ayrımcılığa karşı olduğumuzun altını çizmişizdir. Tek talebimiz eşit, erişilebilir ve engelsiz koşullarda yaşama. Kamu olanaklarıyla sefa sürülen hiçbir alan göze batmazken engellilere yönelik çeşitli haklar üzerinden tartışmalar yürütülüyor. Hem de her zaman ki gibi özneleri dikkate almayarak. Öncelikle şunu belirteyim, özne olsun olmasın hiç kimse benim üzerimden duygu sömürüsü yapamaz. Yani, “Anne ve babaları zaten bunlarla yeterince uğraşıyor, bir de devlet vurmasın” Edebiyatını yapamazsınız. Bu hakkı size kimse vermiyor. İki kişi dünyaya çocuk getirmeye karar vermişse o onları ilgilendiren bir konudur. Kimse çocukları üzerinden veya başkalarının çocukları üzerinden böyle bir edebiyat parçalayamaz. Kimsenin sağlamcı bakış açısı yüzünden kendi zihnimizi meşgul etmek zorunda değiliz. Bu şikâyet durumunu bazı engelli çocuk ebeveynlerinde de görüyorum. Sanki uygun koşulların olmamasının nedeni çocuklar. Kimsenin birbirine bunu yapmaya, çocuklarına böyle bir his yüklemeye hakkı yok. Yeti çeşitliliklerine uygun koşulların yaratılmasından başka çözüm yolu yok. Bu da sürekli birilerinin vicdanına oynamaktan geçmiyor. Biz muhatabımızın karşısında dik durmayı öğrendik. Kimse üzerimizden ağlak politikalar geliştiremez. Bugüne kadar hak yerine aldığımız kırıntıların, bu kırıntıların pozitif ayrımcılık şeklinde zamanı gelince geri almak üzere verilen imtiyazlar olmasının sebeplerinden birisi de bu ezik politikalar. Ne özneler ne de engelli hakları savunuculuğuna soyunduğunu söyleyenler bizim üzerimizden böyle bir politika yürütemez.
Gelelim lüks olayına. Erişilebilir olmayan kaldırımlarda yürümek mi lüks? Hala sesli anonsların, rampaların olmadığı otobüsler, yayalardan başka her şeye ait olan sokaklar mı? Otuz yıldır, “Taksiye binin o zaman” edebiyatı değişmez mi? Çocuktum, “Taksiye binin” deniyordu, 40 yaşındayım hâlâ, “Taksiye binin” deniyor. Hayır canım, sıradan olma hakkımı kullanıyorum ve taksiye binmiyorum. Yaşamın her alanını kendim için erişilebilir yapmanın mücadelesini vermeye devam edeceğim. Yaşanacak her şeyi daha önce belirttik. Pozitif ayrımcılığın içerdiği tehlikenin, merhamet görünümlü nefretin kendini dışa vuracağının altını çizdik. İşte hepsi yaşanıyor. Demek ki gelişmeleri çok da yanlış okumuyoruz. O zaman mücadele tarzımız da bu şekilde gelişmeli. Son sözü biz söylemeliyiz. Yoksa ucuz didişmelerin konu mankeni olmak zorunda kalmaya devam edeceğiz.