Toplam Okunma 0
Yaban kitabının kapak resmi. Sade bir kitap kapağının en üst tarafında “Yakup Kadri Karaosmanoğlu”, hemen altında daha küçük fontla “BÜTÜN ESERLERİ”, altında kırmızı renkli büyük puntoyla “YABAN” yazısı ve altında “roman” yazıyor. Kapağın merkezi konumunda yazarın gençlik yıllarına ait siyah beyaz bir fotoğraf yer alıyor.

Ortaokul yıllarımdan kalan bir isimdir bende Yakup Kadri'nin Yaban romanı. Bir grup sınıf arkadaşı Türkçe dersi dolayısıyla okumaları gereken Yaban'dan söz ediyorlardı ve biri çok sıkıcı bir kitap olduğunu söylüyordu. O zamanlar sesli kitaplar olduğundan bir haberdim ben. Üstelik bilsek bile o yıllarda kaynaklar ve onlara ulaşabilme imkânı oldukça sınırlıydı, sadece konuşmalardan duyuyor ve dinliyordum kitapları ve onlarda anlatılanları. Şimdi yıllar sonra okuduğumda gördüm ki gerçekten durağan ve sıkıcı bir kitapmış. Ancak tarihimizin önemli bir dönemine Anadolu'nun orta yerinde bir köyden günlük tadında okumak bakımından kayda değer bir eser aynı zamanda. 

 

İletişim Yayınları’ndan Atilla Özkırımlı düzenlemesi ile okuduğum roman hakkında kısaca bilgi verelim önce. Osmanlı'nın son dönemi ve kurtuluş mücadelesinin en ateşli zamanlarında Porsuk Nehri dolaylarında bir köyden anlatılıyor olaylar, duygular ve düşünceler. Anılarını yazan ve onun satırlarından olanı biteni okuduğumuz Ahmet Celal birinci dünya savaşına katılmış ve savaşta bir kolunu kaybetmiş bir İhtiyat Zabitidir. Paşa konağında büyümüş, dönemin şartlarına göre çok iyi bir eğitim almış aydın bir kişidir. Malül olduktan sonra tek kollu olarak İstanbul'daki eski çevresine dönmek istememektedir. Emir eri Mehmet Ali'nin teklifi üzerine onunla birlikte Mehmet Ali'nin köyüne yerleşmek üzere gider. Ancak gerek kendisi duyuş ve düşünüş yapısı gerekse de konuşma ve giyim farkı gibi nedenlerle köylülerin içine karışamaz. Bununla birlikte köylüler de az önce belirttiğimiz nedenlerle onu yabancılarlar. Bu sebeple "Yaban" olarak adlandırırlar. Kurtuluş mücadelesine bakışları bile farklıdır. Ahmet Celal'i en çok da bu yaralamaktadır. İşte roman Ahmet Celal'in bu köyde yaşadıklarını, hissettiklerini ve düşüncelerini döktüğü sayfalardır. 

 

Biz bu yazıda Yaban'ı dönemin özelde Ahmet Celal'in, genelde de toplumun engellilik algısı üzerinden ele alacağız. 

 

Roman boyunca genelde kahramanın köylü ve aydın duyuş ve düşünüşünü karşılaştırmasını ve aydın olarak tanımladığı kendisini suçlamasını okuyabilirsiniz. Bu karşılaştırma ve aktarımları yaparken çoğunlukla da sakatlığını bir eksiklik, acziyet imgesi olarak görür ve okuyucuya bu şekliyle aktarır. Onun bu köyde varlığı sadece yabanlığı ve kolsuzluğuyla sınıflandırılmaktadır. 

 

Ahmet Celal artık sakat bir insan olduğunda kendisini dünyadan elini eteğini çekmiş, kendini diri diri mezara gömerek şuurlu bir intihar eyleminde hissediyor. Bunu bizzat şu tümcelerle açıklıyor: “Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkûm olmak. Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.” Bu durum ona göre kendini aciz kılıyor. 

 

Başka bir anlatıda emperyalist batılı devletlere karşı mücadelesini düşünüyor ve yapmak istediklerini döküyor satırlara; "fakat sağ kolum yoktu." diyor." Tek kolunun olmaması onun için yapmak istediklerinin önünde büyük bir set. 

 

Öte yandan İstanbul'daki eski çevresinde tek kolunu kaybetmiş, dolayısıyla eksik hale gelmiş "ki kendisi bu şekilde ifade etmektedir,” bir adam olarak acıma hissini uyandırmıştır. Bu ise kendisinin ifadesiyle zilleti olmuştur. İstanbul'da eksikliğinden ötürü görünmez olmak isterken Anadolu'nun ücra köyünde kolsuzluğunu insanların, özellikle gençlerin gözüne sokmaktadır. Çünkü ona göre kolunu onlar için yitirmiştir ve bu Ahmet Celal gibi bir asker için en şerefli şeydir. Ona göre bu şeref, onun son süsü, son çalımı olarak artı değer katması gereken bir şeydir. Oysa köyde kimse bu şerefin farkında bile değildir ve bu durum onu çok yaralar. Öyle ki içinde bulunduğu eksiklik köylülerin merhametini bile uyandırmaz. Sonradan anlar ki bu köyde sakatlık olağan bir şeydir. Kiminin bacağı aksamakta, kimi kör, kimi kambur vs. 

 

Bu noktada dikkat çekmemiz gerektiğine inandığım bir olgu daha var. Köyde yeti farkı olsun olmasın tüm bireyler ister istemez bir arada yaşıyorlar ve üretime katılmak zorundalar. Dolayısıyla sosyal hayatta söz sahibi olabiliyorlar. Bunun bir sonucu olarak da örneğin Zehra’nın körlüğü, Salih ağanın topallığı vs. köylülerin anormal karşıladığı şeyler değil. Oysa kentlerde sakatlar daha dar alanlara hapsediliyor. Günümüzde dahi sosyal, fiziksel ve teknolojik olanaklar bu denli gelişmişken şehirlerde yaşayan engelliler üretim hayatından uzak tutulup ellerine harçlık niyetine tutuşturulan küçük meblağlarla kendi dar alanlarında yaşamaya mahkûm edilmek isteniyor. Sonuç olarak sosyal hayatın da dışına itilmiş oluyorlar bu sayede. Bu bağlamda düşünülünce o zamanın koşullarında kentlerde durumun daha vahim olma olasılığını tahmin etmek hiç zor değil. 

 

Romana dönecek olursak tüm bu acizlik ve eksiklik güdüsü altında kıvranırken Birinci İnönü Zaferi haberi ile çok sevinen Ahmet Celal bu sevincini köylülerle paylaşır. Ancak Muhtar kasabaya inip gelmiştir ve tamamen farklı düşünmektedir. Padişah yanlısı ve Mustafa Kemal karşıtı fikirlerini köylülere anlatırken Yaban dayanamaz ve muhtara patlar. Herkes etrafından çekildikten sonra kendi kendine muhakeme ederken şöyle düşünmektedir: “Cephede, hiçbir işe yaramaz mıyım? Adam sen de. Bu kolsuzluğum hem kendime hem aleme karşı icat edilmiş bir boş bahane…” Burada yaşama dair yaptığı seçimden ötürü bir pişmanlık görünse de dönemin şartları ve yaşadığı travmanın etkilerini atamaması sebebiyle içinde patlayan bu küçücük ışığa tutunacak gücü besleyemediğini görüyoruz. Aslında zaten buradaki isyanında amaç, sakatlığıyla birlikte yaşama ve mücadele azminden ziyade köylülere olan kızgınlığını kendine bir nefret biçimine dönüştürmesindendir. Bu da mücadeleden çok inceldiği yerden kopsun yaklaşımını çağrıştırıyor. 

 

Ahmet Celal genel anlamda her yerde, özellikle askerde kendini işe yaramaz görüyor. Kitap içinde bir bölümde Mehmet Ali'nin annesi Zeynep kadına dair verilen bir anekdotla onun da aynı düşüncede olduğunu görüyoruz. Bir kimse sakatsa işe yaramazdır. Annesi Mehmet Ali'nin tekrar cepheye çağrılmasından dolayı üzgün ve çok kızgındır. Tam iş zamanıdır ve ona ihtiyacı vardır. Kurtuluşun askerlerle mümkün olacağını bilen Yaban, Zeynep kadını ikna etmek için "kendim işe yaramasam da adam tutup işlerini yaptırtırım" demesine karşılık; saçma bir şey söylemiş gibi omuzlarını silker. Bu kadar bile güvenmemektedir Ahmet Celal'e. Bu da kendisindeki acizlik duygusunu ziyadesiyle arttırmıştır. Ancak benim kişisel fikrim, roman çerçevesinde değerlendirildiğinde Zeynep kadının güvenmediği Ahmet Celal’in kendisidir. Köydeki başka bir sakat karaktere işe yarama anlamında bu denli umutsuz yaklaşmayacağını düşünüyorum.  

 

Yukarıda anlatılanların doğal bir sonucu olarak Yaban, acıyor da aynı zamanda kendine. Bunu yine roman içindeki şu paragrafta apaçık görüyoruz. 

“Ben, Celal Paşa'nın oğlu Ahmet, İstanbul'un en muhteşem konaklarından birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarımın biri kırılmış olarak buraya düştüm. Otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış bir sakat delikanlı, şimdi burada…   -

Ne yapıyorsun?” 

 

Bir başka bölümde ise acıma yaklaşımını şöyle okuyoruz. Ankara'ya gitmeyi çok istemektedir. “Ancak “gidince açıkta kalmaktan değil ama faydasız bir konuk olmaktan çekiniyorum,” diye ifade etmektedir. 

 

Öte yandan âşık olduğu genç köylü kızının Mehmet Ali'nin kardeşi İsmail'e "kolu yok bir herif gelir, o senin ağan mı" diye sormasını çok içerler. Kendisinin salt sakatlığıyla nitelenmesi canını acıtır. Bu olay üzerine İstanbul'daki kadar azap içinde olduğunu ve doğanın ve tüm insanların düşman gördüğü unsurlara karşı mücadele gücü olmadığını düşünür. “Durmadan eziliyorum” diye daha da eksiltir kendini kendi gözünde. 

 

Kitabın ilerleyen sayfalarında bu genç kız, yani Emine İsmail ile evlenmiştir ve İsmaillerin kapının önünde onunla ilk karşılaştığında kız onu tanıdığına dair hiçbir açık vermez. Bunu da çok içerler ve kızın onu kolsuz olduğu sağ yanından değil de soldan gördüğü için tanımadığını düşünür. İçinden şöyle söylenir: “Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?” 

 

Başka bir günde âşık olduğu genç köylü kızının ürkek bir ceylan gibi ondan kaçmasına içerler. Bunun üzerine girdiği bir iç hesaplaşmada toprağı şöyle sorguladığını okuyoruz: "Hey, ana toprak ne kadar merhametsiz ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin üvey evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında bir insan viranesiyim?"

 

Yukarıdaki sorgulamada sakatlığını pazarlık malzemesi yaptığını düşünüyorum. Sakatlığı bir amaç uğrunadır ve ona bir artı değer katmalıdır oysa mevcut durumda onu acizleştirmektedir. Söz konusu söylemi diğer bir taraftan böyle şerefli bir sebeple sakatlığın gerçekleşmemesi durumunda aciz görülmenin kabul edilebilir olması şeklinde de okuyabiliriz. 

 

Bir süre sonra Mehmet Alilerin evinden ayrılmaya karar verir Yaban. Sorduğu ilk soru ise "bana kim bakacak?" olur. Âşık olduğu köylü kızı, yani Emine'nin halası ile konuşmaya gitmek ister kitabın bir bölümünde. Ona söylemeyi tasarladığı şu cümlede de aynı acziyeti bir kez daha okuruz. “Görüyorsun, bir kolum da yok. Bana candan bakacak bir yoldaşa muhtacım." Kendi hayatını idame ettirebilme ihtimalini dahi düşünmemektedir. Günün şartlarına göre iyi eğitim almış aydın olan Ahmet Celal'in bu konuda kafasında tek bir ışık dahi çakmıyor roman boyunca. Sakat bir insanın candan bir bakıcıya gereksinim duyduğundan başka bir ihtimal dahi gelmiyor aklına. 

 

Son olarak köyde yaşayan diğer kimi yeti farkı olan kişilerden de söz etmek istiyorum. Nitekim az ya da çok sakatlığı olan pek çok kimse vardır köyde. O günlerin koşullarında yaşam şartlarının güçlüğü ve en basit hastalıkların tedavilerinin olmayışı ya da o zamanki memleket koşullarında sağlık imkânlarının azlığı nedeniyle birçok kimse sakat kalabiliyordu. Nitekim bu köyde de kitap boyunca muhtelif yerlerde adı geçen iki meczup ki bunların zihinsel engelli oldukları söylenebilir; kör bir kız ile kambur bir delikanlı; muhtarın yatalak olan karısı ile ayağı topal Salih Ağa’dan söz ediliyor. 

 

Kitabın bir bölümünde Yaban bir gün kırda eğleşirken tarlanın ortasında Bekir Çavuş'un 12-13 yaşlarındaki kör kızını tek başına görür. Zavallı kızı neden güneşin alnında kırın ortasında tek başına bıraktıklarına akıl erdiremez. Onu unutmuş olduklarını ve kızın da herkesin hala tarlada çalıştıklarını sandığını düşünür kendince. Oysa bir süre sonra ağanın oğlu olan kambur delikanlının yanına geldiğini görür. Bir süre sonra anlar ki tarlanın ortasındaki yalnızlık bir nevi bilinçli bir tercihtir.

 

Kör kız ile kambur oğlan arasında yaşananlara tanıklığını okuyoruz sonrasında. Kambur oğlan elindeki diken, saman çöpü gibi şeylerle ya da gıdıklayarak resmen kıza işkence eder. Kız tarlanın ortasında elinden kurtulmaya çalışır ancak başaramaz. Ne yana kaçmaya çalışsa ki elinde beyaz baston şeklinde bir yön belirleyici olmadığından biraz hafızasındaki haritalama ile biraz da kara düzen kaçmaya çabaladığını sanıyorum, bir türlü oğlanın elinden kurtulamaz. Fakat Yaban’ın söylemiyle “kız görür gibi kaçar. Dere kıyısına gelince de durur ve bu suretle avcının eline yeniden düşer.” Ahmet Celal günlüğüne şu satırları da not etmiş bu olayla ilgili: 

“Hayatımda hiç bu kadar iğrenç derecede gülünç bir manzara görmedim. Bu alelade bir yaramaz erkek çocuğun bir uslu kız çocuğa musallat oluşu gibi değil, çok daha canavarca bir şey... Denilebilir ki, bir yılan bir kurbağayı yutmağa çalışıyor. Denilebilir ki, dev kadar kocaman bir örümcek bir pervanenin etrafında ağını örüyor.” 

 

Konuya dönecek olursak anlaşılan odur ki kız ile oğlanın aralarındaki ilk mücadele değildir bu. Oğlan bir süre kızla eğlendikten sonra kaçan kızı dere yatağında yakaladığını söylemiştik, sonrasında birlikte olurlar. Gerçi burada “birlikte olurlar” söylemi ne kadar gerçeği yansıtıyor emin değilim. Zira kızın tercihi ne derecede bilinçli bir Tercih. Seçim şansı olsaydı Salih Ağa’nın kambur oğlunu yine de seçer miydi? 12-13 yaşında bir kızın seçimi mi olurmuş? Diye de sorulabilir. O yıllarda ne yazık ki bu yaşlarda kızların evliliği olağan bir şeydi biliyorsunuz. Bugün bile yaşananlar ortadayken. Her neyse Ahmet Celal’in anlatılarından benim anladığım kızın da bu ilişkiye rıza gösterdiğine yönelik ama yine de bunun bir cinsel sömürü olduğu inkâr edilemez. Ahmet Celal ise bu sömürüye tepkisiz kalarak örtülü destek vermiş oluyor aslında. 

 

Bundan başka, kitabın sonlarına doğru kör kızın babası Bekir Çavuş’un durumu öğrendiğini ve kambur oğlana kızı alması için baskı kurmaya çalıştığını öreniyoruz. Ancak kambur oğlan birtakım bahanelerle bunu reddediyor. Bu da durumun açıkça cinsel sömürü olduğunu gösteriyor. Yani en kaba ifadeyle toplumda gücü yetenin diğer bir gücü yettiğine istediği davranışı yapmakta kendini muktedir gördüğünü anlıyoruz. Bununla birlikte bu durumun toplum yaşamında karşı çıkılıyormuş gibi gösterilip sessiz bir iç onay ile devam ettirildiğine tanık oluyoruz. Sözün özü: Zulüm ve iki yüzlülük hem toplumsal hayatta hem de ötekinin öteki ile olan ilişkisinde diz boyu. 

 

Bir de roman boyunca karşımıza çıkan iki meczup olduğunu yazmıştım yukarıdaki satırlarda. Bunlardan daha çok adını duyduğumuz Süleyman. Süleyman kimsesi olmayan, kendisine iş verildiği zaman hakkını vererek yapan, düşünme yetisi kısıtlı, toplum içinde “saf” olarak nitelendirilen bir karakter. Cennet adında bir kadınla evlendirilir ve bu kadına ondan asla vazgeçemeyecek şekilde bağlanır. Cennet, Süleyman ile evlenerek kendisini baskılardan kurtarıp âşık olduğu adamla istediği gibi bir ilişki yaşar. Çünkü Süleyman o ne derse yapmaktadır. Köylüler bu durumu kabullenemezler ve Cennet’i sevgilisi ile birlikte iken ki Süleyman kapılarının önünde Cennet’in emrettiği gibi onları beklemektedir, baskına gelirler. Bu durumda da Süleyman Cennet’ten vazgeçemez. Sonuçta Cennet’ten yine onun isteği ile tekrar evleneceğiz diye kandırılarak ayrılır ve iyice divane olur. Yunanlıların ikinci baskınında köyü ateşe verdiklerinde de Yaban’ın evinde yanarak can verir. 

 

Bu noktada bir şey dikkatimi çekti. Romanda sakat olan karakterler, Ahmet Celal, Salih Ağa ve onun oğlu, muhtarın karısı ve Bekir Çavuş’un kör kızı. Hepsi nispeten köyün ileri gelenleri ya da onların yakınları. Bir tek Süleyman ile Memiş, iki meczup yoksul köylü takımından. Eğer kör kız, Bekir Çavuş’un kızı olmasaydı Salih Ağa’nın kambur oğluna baskı yapmaya kalkışılabilir miydi mesela? Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Sakatlık köyde farklı sınıfsal Durumlara göre farklı deneyimleniyor. 

 

Buna bir örnek de Ahmet Celal’in durumu verilebilir. Onun parası vardır ve kendisinin gücü yetmediğinde ya da hiçbir iş yapmadığında tarlasını sürdürmek ve ev işini başkasına gördürmek dahil, hayati ihtiyaçlarını giderebilmektedir. Yani o kadar da dezavantajlı değil. 

 

Bir de hem bu roman özelinde hem de günümüzde izlediğim kimi film ya da dizilerde dikkatimi çeken bir nokta şu: Parasal standardı veya statüsü görece yüksek olan kahramanlar bir şekilde hayatta kalırken, yoksul ve ayak takımı kahramanlar ölüyor kitap ya da film sonunda. Söz konusu romanda da yoksul Süleyman’a ölüm var. Diğerleri yine hayatta.

 

Yaban’ın okuduğum düzenlemesinde kitap üzerine yapılan yorum ve makalelerden de alıntılar yapılarak okurla paylaşılmış. Tabii ki ben de okudum hemen hemen hepsini. Bu makaleler arasında şu paragraf dikkatimi çekti. Aynen alıyorum: 

“Yakup Kadri, Yaban'la gerçekdışı, bir düş ülkesi görünümündeki köy edebiyatını yıkmıştır. Çirkin, kısır bir doğa, pis bir çevre; illetli, sakat insanlar, cehalet, kör inançlar, içgüdülerin yön verdiği bir yaşama biçimi... çizilen tablonun renkleri bunlardır. Savaş sanki bu insanların dışında olup bitmektedir…”

 

Daha önce de söz ettiğim gibi günlük hayatta olduğu gibi kitabın da birçok yerinde yukarıdakine benzer engelliliğe dair pek çok sözcüğün aşağılama, küçük görme, kötü bir durumu ifade ederken daha da kötü olduğunu pekiştirme amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Bu tür kullanımların en ileri gelen yazarlar tarafından dahi sıklıkla kullanıldığı bir dilde nasıl temizlik yapabiliriz bilmiyorum. Ancak yapmak zorundayız. “Kör” demenin aşağılık, cahil bir durumun ifadesi olmadığını insanlığa anlatmak zorundayız. 

 

Ahmet Celal'de sakat bir birey olarak toplumda var olabileceğine dair tek bir inanç kırıntısı dahi olmaması çok ilginç. Hep eksik, hep aciz, hep toplumun kıyısında bir yerlerde hissediyor kendini. 

Bin dokuz yüz yirmilerin başlarında geçen romanda okuduklarımız aradan geçen yüz yıla rağmen pek de değişmemiş aslında. Oysa o günden bugüne değişen olanaklar, artan okuma yazma oranı, gelişen teknoloji ile bilgiye erişimin çok çok daha kolaylaşması engelliliğin bir eksiklik, bir acziyet olduğu fikrinde pek bir değişiklik yapamamış ne yazık ki.

 

Bundan başka kendi başına aşabileceği sorunları başkalarına gördürme fikri, biraz kolaycılıktan biraz dilenci kültürünün sağladığı çıkar olanaklarından ötürü iki bin yirmilerde de sürüyor hala. Ve bu engelli mücadelesine ağır darbe vuruyor. Toplumun geniş kitleleri Yaban gibi adamların acziyetini, kendi hayatını idame yetisine haiz sakatlardan daha çok kabullenmeye yönelik tavır sergiliyor. Onun içinde bulunduğu durum daha kabul edilebilir çünkü. Kör birinin yemek yapmasına akıl erdiremiyor da başka bir körün kendini savunamamasına daha makul gözüyle bakıyor. 

 

Son söz: Ötekini dışlayan, farklı olanı kusan, kendinden olanı kutsayan bir dünya düzenini kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz.

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.