Toplam Okunma 0
Gri ve kasvetli bir ortamda, çok yüksek ve pürüzsüz bir beton duvarın önünde duran genç bir erkek figürü çizimi. Figür, sırtı hafifçe bükük ve yorgun bir duruşa sahip. Yüzü duvara dönük, ancak ifadesi net seçilemiyor. Kafasının hizasından çıkan konuşma balonları duvara doğru ilerleyip çarpıyor. Bu balonların bazılarında "Hak", "İhtiyaç", "Saygı" ve "Eşitlik" kelimeleri yazıyor.

Bazı insanlar konuşur ama sesi yankılanmaz. Söyledikleri karşılık bulmaz. Bu bazen konuşmanın gereksizliğinden değil, dinleyenlerin niyetinden veya yapının geçit vermeyen yüzeyinden kaynaklanır. 

 

Ben bir süredir böyle hissediyorum. 

Söylediklerim yerine ulaşmıyor. Ulaşsa bile orada kalmıyor. Geri dönüyor. Yoruyor.

 

Bu yorgunluk yalnızca çok çalışmaktan değil. Umudun, inancın, motivasyonun zamanla aşınmasından geliyor. Bazen yaptıklarının işe yaramadığını hissetmekten bazen aynı cümleyi yüzüncü kez kurmak zorunda kalmaktan. Anlatmak, açıklamak, gerekçelendirmek, sürekli kendini yeniden tanıtmak… 

Ve sonra bir gün geliyor, hiçbir şey yapmak istemiyorsun. 

 

Toplantıya gitmek istemiyorsun. Bir mail grubunda fikir belirtmek bile ağır geliyor. Yine anlatmak yine ikna etmeye çalışmak yine yalnız kalmak. Geri çekilmek istiyorsun. Sessiz kalmak. Sadece yaşamak. Mücadele vermeden, haklı olmaya çalışmadan, bir açıklama yapmadan; sadece var olmak.

 

Bu, bir vazgeçiş değil. 

Bu, bir tür korunma. 

Ve bu, hakkın da kendisi mücadeleyle elde edilmiş durumda.

Aktivizm yorgunluğunun bence en sessiz eşlikçisi şu sorudur: “Kimin ihtiyacı daha öncelikli?” 

Engelli topluluklarının kendi içindeki kırılmalar burada başlıyor. 

Kimi “önce erişim” diyor kimi “önce engelli maaşları” kimi “önce haklar” kimi de “önce istihdam”. 

 

Bu tartışmalarda görünmez bir referans olarak ihtiyaçlar hiyerarşisi modeline başvuruluyor: Maslow’un piramidi. Önce temel ihtiyaçlar sonra güvenlik sonra aidiyet sonra saygı sonra kendini gerçekleştirme.

 

Ama o piramit her zaman işe yaramıyor. 

Bazen saygı duyulmadan güvende olmayı hissetmek mümkün olmuyor. 

Bazen aidiyet hissetmeden yaşamak anlamsızlaşıyor. 

 

Benim için bazen yazmak, konuşmak, düşünmek, üretmek — yani “kendini gerçekleştirme” gibi görünen şeyler — en temel ihtiyacım oluyor. 

Ve bazen bu düzeyde yaşadığın talepler bile “önemsiz” veya “lüks” olarak tanımlanıyor. 

Kendi topluluğunda bile, “Senin söylediklerin sonra konuşulur” deniyor. 

Ama neden sonra? Ve neden hep sonra?

İçeriden dışlanan bu tür bir sessizleştirme de insanı yorar. 

Ne kadar kibar olursa olsun, “Sırası değil” cümlesi, aslında “Şimdi senin sesin duyulmasın” anlamına gelir.

 

Tüm bunların yanında daha da yıpratıcı olan başka bir şey var: 

Sözde sosyal adalet savunucusu olan ve akademik unvan taşıyan kişilerin hâlâ sağlamcı kalıpları yeniden üretmesi. 

Onlardan hâlâ şu cümleleri duyuyorum: 

“Bazı bölümler engellilere uygun değil.” 

“Herkes üniversite okumamalı.” 

Ve hatta daha da ileri gidip, “Bazı çocukların doğmaması gerekir,” diyeni bile duydum.

 

Bu söylemlerin çoğu zaman dile getirenlerce fark edilmediğini de biliyorum. 

Bu, bilinçli bir nefret söyleminden çok, içselleştirilmiş bir öjeni anlayışının yansıması. 

“Topluma yük olmamak”, “potansiyel üretkenlik”, “kaliteli yaşam” gibi ifadelerle süsleniyor. 

Ama altında, “kim doğmalı, kim yaşamayı hak eder?” sorusunun tehlikeli bir cevabı gizli. 

Ve en acı olanı şu: 

Bu, sadece bir cehalet değil; bu, eğitimle donanmış bir ön yargı.

 

Bir de dili var bu işin. 

“Engelli kardeşlerimiz”, “engelliliğin önlenmesi”, “topluma kazandırmak” gibi laflar, belki iyi niyetle kuruluyor ama yine de özneyi dışlıyor. 

Bir yandan “seninle eşitiz” deniyor, ama cümle hep “onlar” diye başlıyor. 

Bu dili reddettiğimde, “fazla sert”, “fazla hassas”, “fazla politik” gibi etiketler geliyor. 

Ama sorun ben değilim. Sorun, bu dille var olmanın zaten başlı başına bir silinme olması.

 

Bazen ne engellilere ne de engelsizlere hitap edebildiğimi hissediyorum. 

Arada bir yerdeyim. Ne anlatmak istediklerimi tam aktarabiliyorum ne de anlatmasam içim rahat ediyor. 

Bu boşlukta yaşamak, sesin yankılanmadığı ama susmanın da mümkün olmadığı bir yer. 

Ama orada olmak bile bir mücadele.

 

Yine de buradayım. 

Yorulsam da geri çekilsem de sustuğumda bile düşünmeye devam ediyorum. 

Çünkü bu yorgunluk sadece bana ait değil. Benimle benzer şeyler yaşayan pek çok kişi var. 

Ve bu duyguyu anlatmak, en azından bazı şeylerin adını koymak, yeni yolların başlangıcı olabilir.

 

Bazen değişimi başlatan şey bir bağırış değil, yavaş bir cümledir. 

Ve bazen yorgun sesler, en çok yankı uyandıranlardır.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.