Yılmaz, vatkalı ceket giydiği için arkadaşları tarafından eleştirilmektedir.
İlkkan: Abi, hiç olmamış ya. Bak samimiyetle söylüyorum sana, en kalbi yerden söylüyorum, hiç yakışmamış.
Yılmaz: Güzel kardeşim, bunlar benim vatkalı ceketlerim, ben bu ceketleri çok seviyorum, giymek istiyorum. Siz de bir zahmet bu gerçeğe kendinizi alıştırın. Tamam mı?
İlkkan: Tamam abi, bizlik bir durum yok zaten hani. Sen madem öyle istiyorsun, giy yani.
Yılmaz: Kardeşim, ben senin yılgın bir hoşgörü ile beni benimsemene mi kaldım? Sen benim arkadaşım değil misin ya? Bir canı gönülden bir saygı göstersene bana ya, canı gönülden…
Çok severek takip ettiğim “Gibi” isimli dizide bu repliği duyunca, aslında yıllardır birkaç açıdan yaşadığımız pek çok yılgın hoşgörü deneyimine dair hislerime tercüman olunduğunu canı gönülden hissettim. Tercih ettiğimiz, etmediğimiz pek çok özelliğimizden ötürü bitmeyen bir toplumsal baskı altındayız. Bu baskıların çoğu nefret söylemleri, ayrımcılık gibi açık yollarla kendini gösterirken bazıları yine altında bir nefret, acıma, küçümseme, ayrımcılık gibi duygu ve davranışlar içerse de dışa vurumu nazik ve sizi sizden çok düşündüğü iddiasında bir yerden geliyor.
Ben bu durumu yıllarca kör olmak, kadın olmak ve kör bir kadın olmak üzerinden yaşadım, yaşamaya da devam ediyorum. Yılgın bir hoş görüyle “kör gibi” olmadığım da oldu, “kör olmasına rağmen” ile başlayan pek çok cümlenin öznesi de oldum, kör olduğum için kadın olamadığım da, konu ben olduğum halde asla muhatap alınmadığım da oldu…
Kör olmayanın kör olandan, kör erkeklerin de diğer körlerden üstün olduğu bir toplumda, bizim sahip olduğumuz özelliklere ne kadar önem atfettiğimizden bağımsız olarak her gün bu özelliklerimizin altı çiziliyor. Çiziliyor ama bir taraftan da kör gibi ya da kadın gibi de olamıyoruz. Çünkü “normal” sayılmayan sadece “normalliğin” lütfedildiği bireyleriz, mutlaka başında bir sıfatı olan bireyler.
Son yıllarda hayatımın çok büyük bir bölümünde bu baskılardan çok etkilendiğimi, hatta bazı kararlarımın, davranışlarımın doğrudan bu baskılar sonucu oluştuğunu fark etmeye başladım. Yıllarca sık sık körlerin de bir şeyler yapabileceğini ispat etmeye, her rastladığım kişiye körlüğe dair kendimce “doğru” bilgiler vermeye, insanların kafasındaki kör algısını yıkmaya odaklı yaşadığımı fark ettiğimde, omzumdaki yükün bir kısmından kurtulduğumu hissettim. Tüm bunları sadece körlüğüme yönelik doğrudan nefret söyleminde bulunan ya da ayrımcılık uygulayan kişilere yönelik değil, daha kolay kazanacağımı düşündüğüm yılgın hoşgörü sahibi kişiler için de yapmışım.
Son yıllarda hayatımızın genelinde toplum baskısı çok arttığından olsa gerek, başkalarının benim de sahip olduğum herhangi bir özellik hakkında ne düşündüğü benim için hiç önemli olmamaya başladı. Baskılara tepkimi yok sayarak vermeyi tercih etmeye başladım. Nasıl ki erkeklerin koyduğu kadınlara yönelik kuralların hiçbirini önemsemiyor ve uygulamıyorsam, engelli olmayanların da engellilere yönelik koyduğu hiçbir kuralı tanımamak ve uygulamamak aslında en mantıklı yol. Hatta bu durum sadece engelli olmak, kadın olmak gibi daha majör şeyler için değil; hayatımızın her anında yaptığımız, tercih ettiğimiz, tercih etmediğimiz her şey için geçerli.
Aslında ben bu noktada yeti farkı bulunan insanların zamanla en fazla bağışıklık kazanabileceği şeylerden birinin toplum baskısı olduğunu düşünüyorum. Çabalayarak kendi hayatını kurmuş ve kendi hayatında kendi gibi olmak isteyen yeti farkı olan kişilerin, toplumun ne dediğiyle ilgilenmemeyi er ya da geç öğrenmek zorunda olduğuna inanıyorum. Hayatımız boyunca toplum baskısının etkisinde yaşamamız, toplumun tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük bir bölümünün inandığı gibi evimizden çıkmıyor olmamıza ya da evimizden çıkıyor olduğumuzu ispatlamaya çabalıyor olmamıza neden olurdu muhtemelen. Düşüncesi bile çok yorucu.
Son birkaç yıldır körlük ve kadın olmaktan bağımsız bir konuda daha büyük bir yılgın hoşgörü lütfedilmeye çalışıldığına sık sık şahit oluyorum. Üç senedir pole dans (direk dansı) öğrencisiyim. Spor yapmak için başladığım pole dans maceram, pole dans yapabilmek için pole kondisyon, stretching, kardiyo, ağırlık antrenmanları gibi pek çok aktiviteyi de hayatıma dahil ederek büyüdü ve hayatımın en önemli parçalarından biri haline geldi.
Spor yapmayı günlük rutinlerimden biri haline getirmek istediğimi fark ettiğim bir dönemde, spor arayışımı paylaştığım iki arkadaşım birbirinden habersiz bir şekilde kendilerinin de yaptığı pole dansı önerdiler bana. Pole dansa dair hiçbir şey canlandıramadım kafamda. “Tamam bir direk var, dönüyor mu, dönmüyor mu, ben nasıl yaparım, güçlü değilim, esnek hiç değilim” gibi sorular sorular… Bu yazıyı okuyan özellikle kör arkadaşlarımın da tahmin edeceği üzere en önemli soru, “Kör birine pole dans öğretmeyi kabul edecek bir hoca bulabilir miyim?” oldu tabii ki. Hiç gizlemeyeceğim, gerçekten pole dansa dair Google’da ilk arattığım şey, dünyada bu sporla ilgilenen kör birinin olup olmadığıydı. Çünkü ne yazık ki bir sporla ilgilenmeye karar verdiğimizde, o spora henüz motivasyonumuzun başındayken hemen başlayıp başlayamayacağımız sadece bizimle ilgili bir durum değil. Şunu düşünmek zorunda olmak hala çok üzüyor, çok büyük bir haksızlığa uğramış gibi hissetmeden edemiyorum. Ben bu konuda çok şanslıydım. Sadece “Deneyelim” diyerek pole dans öğretmenim olmayı kabul eden değil, hayatımı en çok etkileyen insanlardan biriyle de tanışmış oldum.
Arkadaşlarım önce biraz dansı betimledikten sonra bu dansı herkesin yapabileceğinin, dansın temel mottosu olduğunu paylaştılar. Gerçekten de bu sporun içine girdikçe çok farklı özellikte insanın bu sporu yapabildiğine şahit oldum ve hepsi aynı şeyi söylüyordu: “Herkes pole dans yapabilir.” Örneğin ABD’de, Rusya’da, İngiltere’de pole dans yapan birkaç köre rastladım. Tekerlekli sandalye kullanan pole sporcuları da vardı. Kadın egemen bir spor olsa da erkek pole dansçıların sayısı da hızla artıyor. Spor yapmayı sadece zayıflama aracı olarak pazarlayanlara inat, pole dans kilonuzla da hiç ilgilenmiyor ve temel hedefi yapanların zayıflaması değil.
Bu noktada size biraz pole dansın nasıl bir şey olduğunu betimleyerek devam etmek istiyorum. Spor, dans ve akrobasinin birleştiği bu spor; yerden tavana kadar uzanan, ortalama 45 milimetre kalınlığında, paslanmaz çelik, krom, pirinç gibi metallerden yapılmış dikey bir direk üzerinde yapılıyor. Bu direk, tavana monte edilebildiği gibi sıkıştırma mantığı ile de sabitlenebiliyor. Direk, tamamen sizin verdiğiniz momentumla dönebildiği gibi dönmeden, sabit olarak da kullanılabiliyor. Daha detaylı bilgi için +90 tarafından hazırlanan aşağıdaki kısa belgeseli izleyebilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=0PmTfJC0Mes
Ben bu dansın oldukça körcül bir dans olduğuna inanıyorum. Öncelikle dairesel bir dans. Yani elbette hareketleri belli bir yöne doğru yapıyorsunuz fakat referans alabildiğiniz bir direk olduğu ve eğer kendinize direğe ek müziğin geldiği yön gibi referanslar bulduğunuz takdirde, yönünüzü bulmak kolay oluyor. Baş üstü hareketlerde bunu sağlamak çok daha zor ama o sırada zaten düşmemeye çalışıyorsunuz. Kim takar yönü 😊
İkinci olaraksa, ilk maddede de belirttiğim gibi elinizde dans esnasında bir referans noktası var ve bu referansı görmek zorunda değilsiniz. Çünkü bedeniniz bir noktadan sonra kolunuzu, bacağınızı vs. ne kadar uzattığınızda direkte doğru pozisyona oturabileceğinizi otomatik anlayabilmeye başlıyor. Hatta bazı hareketlerde direği, ayağınızı vs. görme ihtimaliniz olmadan tutmanız gerekebiliyor.
Ben bu yazıyı pole dans hakkında bilgi vermekten çok, kör bir kadın olduğum için karşılaştığım yılgın hoşgörülerle pole dans yaptığım için karşılaştıklarım arasındaki benzerliği aktarmak için kaleme aldım.
İlk olarak, pole dansa dair en tahammül edemediğim yorum, bu dansın çok estetik ve zor göründüğü fakat kadınların bu dansı yaparak aslında en çok kadınlara zarar verdikleri çünkü bu dansın, erkekleri baştan çıkarmak için yapıldığı ve kadını metalaştırdığı.
Ne kadar erkeklerin gözünden bir bakış açısı öyle değil mi? Bir kadın, tüm zorluklarına, çok acılı bir spor olmasına, vücudun pek çok yerini morartmasına rağmen büyük bir disiplinle çalıştığı ve aslında olimpiyatlara dahil edilmek üzere olan bir sporu ancak ve ancak paşa erkeklerimiz için yapabilir. Medyadaki kör temsilinin biraz dışına çıktığımda hiç kör gibi olmayan ben, medyadaki temsili striptiz kulüplerdeki egzotik pole stiline sıkıştırılmış danstan dışarı da çıkamıyorum. Pole dans çeşit çeşit, striptiz kulüplerde görülen sadece bir türü. Aklıselim kişilere bilgi olsun; striptiz kulüplerde yapılan egzotik stil pole dansın türlerinden sadece biri. Bir pole dansçı, isterse egzotik istemezse de pole fitness, pole art vs. yapar. Aslında konu bu kadar basit.
İkinci olarak, pole yaparken giyilen kıyafetler de paşalarımızı rahatsız ediyor. Güzel dansmış da bu kadar kısa giymeye gerek var mıymış? Direk üzerinde kaymadan tutunabilmemizi sağlayan şey derimiz. Bu sebeple de bikini, mayo, mini şort ve sporcu sutyeni gibi kıyafetler daha çok tercih ediliyor. Ha bu demek değil ki örneğin kapalı bir kadın pole dans yapamaz. Yurt dışında sadece kapalı kadınların pole dans öğrenebildiği stüdyolar olduğunu okumuştum. Yani burada da istenirse daha zor hareketlerde daha uzun süre ve daha rahat tutunabilmek için mümkün olduğunca az kıyafet, zorunluluktan veya değil, tercih edilebilir. Bunu sadece bu sporu kolaylaştıran bir unsur olduğu için değil, tatlı canım öyle istiyor diye de yapabilirim. Dikkat ettiyseniz, konu yine bu kadar basit. Başkalarının yaşam stiline laf etme motivasyonuyla yaşayanların gözünde, “Hem kör hem mini etek giyiyor”dan teşhirciliğe bir yolculuk benimkisi.
Körlükten girip kadınlıktan çıkıp pole dansa da uğrayarak oldukça dolambaçlı yollardan geçerek ne söylemek istiyorum? Sahip olduğumuz özelliklerimize, yaptıklarımıza, tercih ettiklerimize, tercih etmediklerimize yönelik, bunlara kendi hayatımızda ne kadar önem atfettiğimizden bağımsız olarak, toplumun bir kesiminin nefretinden, ayrımcılığından, yılgın hoşgörüsünden kurtulamayacağız. Sen bu yazıdan körlüğü, kadın olmayı ya da pole dansı çıkar; kendi sahip olduğun özelliklerini ekle. Hiçbir şey değişmeyecek. Madem ne yaparsak yapalım bazı şeyleri değiştirmemiz henüz çok zor, yüreğini yüreğimizin yanına atanları yanımıza alalım ve yolumuza devam edelim.
Güzel kardeşim, bunlar benim kör gözlerim, bu beyaz bastonum, bu ekranını karartarak kullandığım telefonum, bu XX kromozomlarım, bu selülitim, bu evimdeki direğim, bu şortum, bu da pleaserlarım. Ben tüm bunları çok seviyorum. Siz de bir zahmet bu gerçeğe kendinizi alıştırın.
100. sayıya: EEEH Dergi Türkiye’de sağlamcılık ve sakatlık alanında pek çok şeyin ilk kez tartışıldığı, çok kaliteli bir mecra. Sakatların tarihe kendileriyle alakalı notu kendilerinin düşüyor olması çok önemli. Bir zamanlar EEEH Dergi sayfalarında yazı yazmış olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. İyi ki varsınız hayata “eeeh” diyenler.