Toplam Okunma 0

Merhaba EEEH Dergi'nin değerli okurları!

Uzun zamandır EEEH Dergi’ye yazmak istiyor, bir türlü fırsatını bulamıyordum. İsterseniz kısaca kendimi tanıtayım, adettendir.

2018 yılında Hacettepe sosyolojiden mezun oldum ve yine aynı yılın Eylül ayında Mersin Üniversitesi'nde yüksek lisansa başladım. Sizlere bu yazıda yüksek lisansa devam ederken yaz tatilimi değerlendirmek için katıldığım Erasmus Plus programını ve refakatçi ile gitme deneyiminin olumsuzluklarını aktarmak istiyorum. Öyle hissediyorum ki bu tecrübeden sonra bir refakatçiyle seyahat etme konusunda bin kere düşüneceğim ya da en güzeli tek başıma, bağımsızca yollara düşeceğim.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Mersin Üniversitesi'nin Engelsiz Yaşam Birimi'nden Erasmus Plus projesini öğrendim. O güne kadar bu tarz projelerden haberdar değildim. Erasmus Plus, Avrupa Birliği tarafından yürütülen gönüllülük projelerini kapsıyor. Engelsiz Yaşam Birimi'ndeki görevliler, yaz için Hollanda'da iki aylık Engelli istihdamına dair bir proje olduğunu söylediler ve benim projeye katılıp katılamayacağımı sordular. Ben çeşitli projelere, eğitimlere katılmak isterdim ama başka şehirlere, ülkelere gitmek için ailemi bunlara kolay ikna edemezdim. Kararlarımı kendim alabilecek yaştayım ancak ailemi de kırmadan kendi isteklerime saygı duymaları için biraz çabalardım. Bilirsiniz ki "Engelli" çocuk sahibi aileler genellikle korumacı olur. O yüzden birimdekilere ailemin benim yurt dışına çıkma fikrimi kabul etmeyeceklerini söyledim. Bunun üzerine birimdeki yetkili kişi ailemle görüştü ve ailem yanımda bir refakatçi olması şartıyla yurt dışına çıkmamı onayladı. Açıkçası ben de yurt dışına tek başıma çıkmaya hazır değildim. Tek başına çıkmam için ne İngilizcem yeterliydi ne de cesaretim. Benimle gidecek olan refakatçiyi ben seçmedim, birimin yetkilisi bana refakat edecekti. Ailem de ben de ikna olduk.

Uğraşlı bir pasaport çıkartma işleminden sonra Hollanda'ya gittik. İlk olarak Mayıs ayında projeyi tanımak, yaşayacağımız ve gönüllü olarak çalışacağımız yerleri görmek amaçlı dört günlüğüne gittik. Çalışacağım yer Türkiye'deki rehabilitasyon merkezlerine, huzurevlerine benziyordu. "Engelli " bireyler için kurulmuş köyler vardı. Bu köylerde "Engelli" bireylerin hayatlarını sürdürmesi için gerekli olan her kurum aktif çalışıyordu. Burada spor merkezleri, müzik ve resim atölyeleri, engellilerin yatılı kalmaları için evler bulunuyordu. Son derece teknolojik alt yapıya sahip olsalar da "engelli" bireyler için ayrı bir köyün olması bana başta engellilerin toplum dışına itildiğini düşündürmüştü ancak sonradan Türkiye'de “engelli”nin çalışamayacağı söylenen birçok iş alanında onları görmek, fiziksel "engelli"ler için sokaktaki kaldırımların genellikle alçak olduğunu deneyimlemek, sosyal hayatta her türden "engel" gruplarından bireylere sık sık rastlamak bakış açımı değiştirdi. Bu yöndeki bakış açım değişse de sadece "engelliler" için erişilebilir ortamların bir köyle sınırlı kalmaması gerektiği kanaatindeyim. Her ortamın herkes için erişilebilir olması gerekiyor.

Başlarda yine körler için sarı çizgiler / rehber yollar az bulunuyor diye eleştiriyordum. Daha sonraki süreçlerde sarı çizgilerin azlığını körlerin dışarı rehber köpeklerle çıkmasına yordum. Mesela trafik lambaları Türkiye'deki gibi "Şimdi karşıya geçebilirsiniz" tarzında uyarıda bulunmuyordu da bir zilin hızlı ve yavaş çalmasıyla karşıya geçilebileceğini keşfettim. Her metroda, her trende, her otobüste sesli anons sistemine şahit oldum. Hatta otobüsler genellikle zemine yakındı ve bir tekerlekli sandalye kullanıcısı birey de sıkıntı yaşamadan otobüse binebiliyordu. Otobüslerde asla ayakta yolcu olmuyor ve binen kişi, yerine oturana kadar otobüs hareket etmiyordu.

Deneyimlerimin bazılarını o dört günlük süreçte bazılarını da iki aylık gidişimde kazandım. Zaten dört gün çabuk geçmişti. Bir sıkıntı yaşamadan Türkiye'ye dönmüştük. Diğer gidişimiz de Ramazan Bayramı ertesiydi. İki aylık süreç beni korkutuyordu. “Refakatçimle anlaşabilir miydim, iş yerinde bana verdikleri görevleri yerine getirebilir miydim?” diye endişeleniyordum.

İlk iş yerim bir aktivite merkeziydi. "Engelli" bireyler orada resim, müzik, heykel gibi aktiviteler yapıyordu. Merkeze her "engel" grubundan bireyler geliyordu. Herkes yapabildiği aktiviteyle meşgul oluyordu. Vücudunu hareket ettiremeyen birey, ayaklarıyla resim yapıyor, sadece ellerini kullanan birey heykel yapma işiyle ilgileniyordu. Vücudunun hiçbir kısmını kullanamayan, tekerlekli sandalye kullanıcısı bir bireyin göz kapaklarını hareket ettirerek bilgisayar teknolojisiyle iletişim kurduğunu ilk defa orada görmüştüm. Bunları gözlemlemek güzeldi ancak o iş yerindeki koordinatörler bana ne iş vermeleri gerektiği konusunda kararsız kalıyorlardı. Ben de ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Orada kör bir gönüllü daha önce hiç çalışmamış. İngilizcem iyi olmadığından refakatçim bana çeviri yapıyordu. İş yeri yeni tanıdığım bir yer olduğu için de refakatçim beni yönlendiriyordu. Tek başına yürüsem bir yerlere çarpma riskim ya da gitmek istediğim yeri hemen bulamamam da onların dikkatini çekiyordu. Birkaç gün benim ne iş yapacağım konusuna karar vermekle geçti. Bir gün refakatçime, "Ümmü hem senin sesine hem de gözüne ihtiyaç duyuyor. Ona ne iş vereceğimize karar veremiyoruz" dediler. Refakatçim de, "Ümmü her şeyi yapabilir. Eğer bilmediği bir şey olursa da ona bir iki kere gösterdikten sonra yapar" dedi. Örnek olarak bulaşıkları yıkayabileceğimi ve atölyede öğretirlerse başka şeylere de katkıda bulunabileceğimi söyledi. O günden sonra bulaşıkları makineye dizip çıkartmaya, atölyede yapılan ürünlerin tırtırlarını zımparalamaya, ürünleri kaplamaya başladım. Açıkçası bu işler beni tatmin etmemişti. “Yurt dışına bulaşık dizip çıkartmak için mi çıktım?” diye sorguluyordum. “Türkiye'de, evde olsam tatilde bir sürü kitap okurdum” diyordum ama gördüm ki her gönüllüye aynı işi veriyorlardı. Ben kör olduğum için bana basit işleri veriyorlar sanıyordum, her gönüllü aşağı yukarı benim yaptığım işleri yapıyordu. Sonra oranın keyfini çıkarmaya çalışmam gerektiğini düşündüm. Yurt dışına çıkmıştım ve benim için her zaman yaşayamayacağım günlerdi. "Deneyimin iyisi, kötüsü olmaz Ümmü" dedim. "İnsanları tanı,  Hollanda kültürünü tanı" diye kendimi motive ettim.

İş yerine bu şekilde alışmaya çalışırken bir yandan da refakatçimle sorunlar yaşamaya başladım. Refakatçimle aynı evde kalıyorduk. İş yerim yaşadığımız eve uzaktı ve oraya giden otobüsler sık geçmiyordu. İş yerine giden otobüse yetişmemiz için her gün erken kalkmamız gerekiyordu. Ben erken kalkıp hazırlanıyordum. Refakatçimin hazırlanması ya uzun sürüyordu ya da geç kalktığı için otobüse her zaman koşarak yetişmek zorunda kalıyorduk. Bazen onca koşmamıza rağmen otobüsü kaçırıyorduk. İş yerine gidişimiz de dönüşümüz de bu yüzden hep zor oluyordu. Refakatçim birkaç yerde benim koşamadığım için otobüse geç kaldığımızı söylemişti. Oysa ki en az onun kadar koşuyordum. Otobüse geç kalma sebebimiz yukarıda söylediklerimden ötürüydü.

Ev arkadaşlarımızdan iki tanesi evimize yakın bir yerde çalışıyordu. Onlar tanıdığım kadarıyla eğlenceli insanlardı. Refakatçim, “Koordinatörümüze söyleyip iş yerini değiştirelim mi?" diye bana sordu. Ev arkadaşlarım da ben de kabul ettik. Ben “Ev arkadaşlarımla aynı yerde olursak, iş eğlenceli geçer.” diye düşündüğüm için kabul etmiştim. Refakatçim koordinatörümüze diğer iş yerine ulaşımımızın benim yavaş yürümemden kaynaklandığı için zor olduğunu söyledi. Refakatçimin bu tavrı beni çok üzdü ve sinirlendirdi. Refakatçimle başka sorunlar da yaşadık. Diğer gönüllü öğrenciler refakatçime, "Sürekli Ümmü'yle berabersiniz. Ona annesi, babası gibi davranıyorsunuz. Sizin özgürlüğünüz kısıtlanıyor" demişler. O öğrenciler kendi aralarında bir plan yapıp dışarı çıkacaklarmış. Bu plana refakatçimi de davet etmişler. Beni davet etmediler. Refakatçim bana öğrencilerin yukarıdaki söylediklerini iletti ve o akşam onlarla çıkacağını söyledi. Ben "Tamam" deyip onayladım ama için için öfkelenmiştim. Evde yalnız kalmak benim açımdan dert değildi ya da beni çağırmamaları dert değildi. Birinin özgürlüğünü kısıtladığım söylenmişti. Bu söz bana kendimi yük gibi hissettirdi. Ben oraya başka biriyle de gitsem onu tanıdığım için yine hep onunla olacaktım ki yanımdaki kişi de oraya benim refakatçim olarak gelmişti.

Herkes herkesle alışveriş yaparken, herkes herkesle gezerken benim birinin özgürlüğünü kısıtlamam ne demekti? Diğer gönüllüler de birlikte plan yapıyorlardı. Ben de refakatçimle geldiğim için onunla beraber olmam doğal değil miydi? O akşam bunları düşündüğümden çok sinirlenmiştim ve evde kalan diğer gönüllülere konuyu açtım. Olayı refakatçimle konuşmamak benim hatam olabilir, kabul ederim. Olayları gönüllülere anlatmamın sebebi bir çözüm bulmaktı. Hatta onlar da bana bazı önerilerde bulundular ve refakatçimle konuşmam gerektiğini söylediler. Refakatçimle konuşmak istemiyordum çünkü konuşsaydım aramız daha da açılacaktı. Konuşsaydım iki ay geçmeyecekti. Konuşsaydım onun karşısında haklı olacağımı sanmıyordum. Diğer gönüllüler “Konuş.” deyince yine konuşmayı düşündüm. Boşuna düşünmüşüm. Benim gönüllülere anlattığım her şeyi onlar gidip refakatçime anlatmış. Refakatçim de onlarla konuştuğunu bir hafta bana yansıtmadı. Ben bu süreçte “Konuşsam mı, konuşmasam mı?” diye tekrar düşündüm. En sonunda konuşmaktan vazgeçtim. Kendi kendime, "Herkesle anlaşamazsın Ümmü." O iyi niyetli birisi, sorunları da varmış. Benim iyiliğimi düşünüyor" diyerek hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Buna rağmen o bir gün beni karşısına aldı, benim şikayetlendiğim konuları öğrendiğini söyledi. Tabii ki inkâr etmedim. Düşüncelerimi öğrenmeye çalışırken benim açıklamalarım ona yeterli gelmedi. Ben saygımı korurken o bana hakaret etti. "Sana annen, baban katlanır yalnızca. Buraya başka bir arkadaşınla gelseydin, kimse katlanamazdı sana. Seninle bir tek tuvalete ayrı gidiyoruz. Ben senin tuvaletini bile temizliyorum. Ben sana bu kadar iyi davranırken, bunları hak etmiyorum. Böyle olursan, hayatın boyunca yalnız kalırsın. Mağduru oynuyorsun…" dedi. Ben arada kendimi savunacak şeyler söylesem de hep haksız oluyordum. Mesele zaten birinin haklı, haksız olması ya da tartıştığımız konular değil duyduğum kelimelerdi. Bugüne kadar onca yıl (13 yıl) yurtlarda kaldım. Birçok insanla oda arkadaşlığı yaptım. Hiç bu kadar zorlanmamıştım. Refakatçimle yaptığım birçok şeyi arkadaşlarımla da yapıyordum. Kimse bana bu hakaretleri etmemişti.

Hollanda'dan döndüm, "Hadi anlat, neler yaşadın?" diyorlar. Aklıma; anlatacak güzel şeyler, yok denecek kadar az geliyor. Onları da bu kötü sözleri hatırladığım için çoğu zaman unutuyorum. En son şu oldu. “Arkadaşlarımla herhangi bir konuda konuştuğumda, bana hak verdikleri bir konuda acaba beni üzmemek için mi böyle söylüyorlar? Beni neden seviyorlar ki?” diye sorguladım. “Annem bir şeyi yapmadığım için kızdığında, ben aileme yük mü oluyorum?” diye ağlamaya başladım.

Evet, EEEH okurları, ben o sözlerden sonra da hiçbir şey olmamış gibi iki ayı tamamlamaya gayret ettim. “Kimse benim hayatımı zehir edemez” diyerek yaşadıklarımdan keyif almaya çalıştım. Şu anda o günleri iyi hatırlamıyorum ama eminim fark etmediğim bir sürü deneyim kazandım. Yurt dışına çıktım ya yurt dışına çıktım değil miii? Bir sürü insan tanıdım. Türk, Kürt, başka milletten insanlar, bambaşka dünya görüşüne sahip olanlar, belirli bir inancı olanlar / olmayanlar, engelliler, cinsel yönelimi farklı olan bireyler herkesin aynı masada oturabileceğini gördüm. Bana farklı biriymişim gibi davranmayan insanlar tanıdım. Türkiye'de olduğumdan daha çok İngilizceyle haşır neşir oldum. Yaşadığım her farklı şey yeni bir deneyimdi. Bakanın şu sözü geliyor aklıma, "Hiçbir şey olmamışsa bile bir şeyler mutlaka olmuştur."

Hadi o zaman İngilizcemizi geliştirelim, cesaretimizi toplayalım ve bağımsızca kendi seyahatlerimizi gerçekleştirelim. Keşfedilmedik yer, gezilmedik ülke bırakmayalım. Seyahat ya Resul Allah...


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.