Toplam Okunma 0

Burada senelerdir sakatlık hakkında konuşuyoruz; ve dolayısıyla, sakatlık deyince hepimizin zihninde aşağı yukarı benzer şeyler canlanıyor artık: Fiziksel düzenlemelerin yetersizliği, önyargılı ve saldırgan tutumlar, ilişki kurmakta yaşanan zorluklar, toplumdan dışlanma deneyimleri, eğitimde ve istihdamda karşılaşılan güçlükler, bağımsız yaşamın önündeki engeller ve daha birçok şey… Tüm bu konuları, çoğunlukla fiziksel bir sakatlığı olan kişilerin deneyimleri üzerinden tartışıyoruz ama bu esnada, sakatlık meselesinin kapsadığı önemli bir alanı unutuyoruz. Bu yüzden, ben bu ay hem klinik psikoloji hem de sakatlık alanında çalışan biri olarak, sizlere biraz ruh sağlığının neden bir sakatlık meselesi olarak görülmesi gerektiğinden bahsedeceğim.

Ruh sağlığını çeşitli şekillerde tanımlayabiliriz ama ruh sağlığı deyince, aklımıza yalnızca mutlu olmak, kendine güvenmek, herkesi sevmek gibi olumlu duyguların ve duygu durumlarının gelmemesi gerektiğini vurgulayarak başlamak istiyorum. Bunların yanında, üzülmek, kızmak, endişelenmek, korkmak, kendine güvenememek, kendini beğenememek gibi duygular ve duygu durumları da ruh sağlığının göstergelerinden olabilir – çünkü hiçbir duygu kendiliğinden kötü değildir ve hepsinin bir işlevi vardır. Dolayısıyla, ruh sağlığı sorunları yaşayan kişilerin çoğunlukla tüm bu saydığım duyguları daha az ya da daha çok yaşadıklarını söylememiz mümkündür.

Peki, ruh sağlığı sorunu yaşamanın, işlevsellik açısından anlamını netleştirdiğimize göre, ruh sağlığının sakatlık meselesiyle ilişkisine geçebiliriz. Aslında ruh sağlığı ve sakatlık arasındaki ilişki zihnimde netleştikçe, psikoloji çevrelerinde bu ilişkiye değinilmemesi benim için iyice şaşırtıcı olmaya başladı. Zira diğer sosyal bilimlerden psikiyatri ve klinik psikolojiye yöneltilen eleştirilerin temelinde sakatlığın tıbbi bir sorun değil, toplumsal bir sorun olduğunu savunan bakış açısı bulunur. Bu eleştiriler, öncelikle ruh sağlığı sorunu yaşayan kişiyi çevresinden bağımsız değerlendirmemizin mümkün olmadığını vurgular. Aynı zamanda, bu eleştirilere göre, biraz önce bahsettiğim duygulardan hangisinin az, hangisinin çok olduğunu, hangi davranışın işlevsel olduğunu, hangisinin işlevsel olmadığını toplum tarafından dayatılan bir “normal”e kıyasla belirlemek bireysel farklılıkları hiçe sayar ve sorunu toplumsal bir sorun olmaktan çıkararak, sorunun ortaya çıkmasından kişinin kendisini sorumlu tutar. Oysa, ruh sağlığı toplumsal bir meseledir. Pek çok ruh sağlığı sorununun toplumun kişinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmemesi nedeniyle ortaya çıkmasının yanında, ruh sağlığı sorunlarının ortaya çıkmasından sonra da var olan toplumsal destek mekanizmalarının yetersizliği de ruh sağlığını toplumsal bir mesele haline getirir. Aynı, bu zamana kadar konuştuğumuz sakatlık meselelerinde olduğu gibi.

Bunların yanında, ruh sağlığını sakatlık meselesi haline getiren şeylerden bir diğeri de toplumun ruh sağlığı normunun bireyler üzerinde yarattığı baskıdır. Toplumsal normlar nedeniyle sağlam-bedenliliğin, kendi kendine yetmenin zorunlu hale gelmesi gibi, sağlam bir ruh sağlığına sahip olmak bir zorunluluk olarak algılanır çünkü bitirilecek okullar, yapılacak işler, gerçekleştirilecek hedefler, kurulacak ilişkiler vardır. Bu yolda, üzülmeye, içine kapanmaya, yetersiz hissetmeye, vazgeçmeye, kaçmaya ve “başarısız olmaya” yer yoktur. Herhangi bir konuda bir kere “başarısız olduysanız”, bir yerde ruhsal bir çöküntü yaşadığınız fark edilirse, bu durum, kendinizi ne kadar toparlarsanız toparlayın üzerinize yapışır. Kronik bir ruh sağlığı sorunu yaşıyorsanız, iş bulmanız diğer herkese kıyasla zorlaşır. İlişkilerde insanların önyargıları baskın çıkar ve bu, tüm ilişki biçimlerini olumsuz etkiler. Tüm bu sorunları yaşayan kişiler kendileri dışında herkesin hiç yorulmadan çalıştığı, bir tek kendilerinin sisteme ayak uyduramadığı ya da bir tek kendilerinin ilişki kurmakta zorlandığı izlenimine kapılır – çünkü fiziksel sakatlıklardan farklı olarak, ruh sağlığı sorunları görünmezdir ve kimin nasıl bir sorunla yaşamına devam etmekte olduğunun konuşulmadıkça anlaşılması mümkün değildir.

Sorun şu ki, ruh sağlığı sorunları buraya kadar yazdığım sebeplerden dolayı toplumda açıkça konuşulmaz! Ruh sağlığı sorunu yaşayan kişiler bir şekilde yaşadıkları sorunları anlatma cesareti bulsalar bile çoğunlukla diğer kişilerin beceriksizliği veya acımasızlığıyla karşılaşır. “Üzülecek ne var, haline şükret”lerin, “Çabalamıyorsun, kendini bıraktın iyice”lerin, “Böyle devam edersen, herkesi kaybedeceksin”lerin, fiziksel sakatlığı olan kişilerin çevrelerinden duyduğu sınırsız yorumlardan farkı yoktur. Her ikisinde de yorumlar, sağlamlığı nedeniyle kendini üstün gören kişiler tarafından yapılır. Bu üstünlük kurma hali, bazı durumlarda, ruh sağlığı sorunları yaşayan kişilerin kendi kararlarını almalarının ve hukuki işlemleri tek başlarına gerçekleştirmelerinin engellenmesine, oy kullanma haklarının elinden alınmasına ve zorla kurumlara kapatılmalarına kadar gider. Gördüğünüz üzere, bunların hiçbiri, bu zamana kadar sakatlık çerçevesinde konuştuğumuz ve tartıştığımız insan hakları ihlallerinden de farklı değildir.

Tam da bu nedenle, ruh sağlığının sakatlık çevrelerinde bir sakatlık meselesi olarak yeterince ele alınmaması da beni şaşırtıyor. Acaba diyorum, biz de ruh sağlığı sorunu yaşayan kişilere karşı önyargılı olabilir miyiz? Bedene dair sağlamcı normları sorgularken, ruh sağlığına dair sağlamcı normları gözden kaçırıyor olabilir miyiz? Ruh sağlığını yalnızca bireysel bir mesele gibi görüyor ve ruh sağlığı sorunu yaşayan kişileri kendi durumlarından sorumlu tutuyor olabilir miyiz? Böylece aslında kendimizi aynı durumda bulmaktan koruduğumuzu sanırken tam da o durumu ortaya çıkaran sistemi devam ettiriyor olabilir miyiz?

Beraber düşünelim…


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.