Sizlere bu sayıda Ted Chiang’ın “Hayatının Hikayesi” isimli öyküsünden ve 2016 yılında bu hikayeden uyarlanan ve Denis Villeneuve’ün yönettiği Arrival (Geliş) filminin bana düşündürdüklerinden bahsedeceğim – çünkü filmi uzun zaman önce izleyip çok etkilenmiş olmama rağmen, öyküyü yeni okudum ve bir kez daha emin oldum: Bu, benim de hayatımın hikayesi. Korkmadan okuyabilirsiniz, öykünün veya filmin keyfini kaçıracak hiçbir ayrıntıdan söz etmeyeceğim.
Hikayemiz bir ekran üzerinden insanlarla iletişim kurmaya çalışan uzaylılar ve uzaylıları anlamaya çalışan Louise adında kadın bir dilbilimciyle başlıyor. Şimdi hikayeyi biraz düşündüğümde Louise’in uzaylılarla tanışma, kaynaşma ve en sonunda anlaşması esnasında olanların bir psikoterapi sürecine benzediğini fark ediyorum. Psikoterapi süreçlerinde, bence olan şey, farklı geçmişe, hayat görüşüne, deneyimlere, ilişkilere sahip iki kişinin bir dil üzerinden birbirini anlama çabaları… Karşılıklı gelişen bu etkileşimde, görünürde hasta konumundaki kişi, ama aynı zamanda terapist konumundaki kişi de, dünyayı farklı bir anlamlandırma ışığı altında görme şansı elde ediyor ve böylece önünde dünyayı deneyimlemenin farklı yolları açılıyor.
Mesela, gerçekten de zaman dediğimizde zihnimizde geçmiş, şimdi ve gelecek canlanıyor. Tamamen doğrusal bir şekilde, önce olan olayları, sonrakilerin nedeni olarak görüyoruz. Hayata dair bildiğimiz, tanık olduğumuz, deneyimlediğimiz her şey bizi böyle düşünmeye itiyor. Peki ya, dünyayı deneyimlemenin farklı yollarından biri doğrusal olmayan zamansa? Gelecekte olan geçmişi etkileyebilirse ya da geleceğin getireceklerini bilerek şimdiyi yaşamak mümkünse?
Şöyle açıklayayım. Diyelim ki, istenmediğimi, unutulduğumu hissettiğim bir anım var. Hayatım boyunca, hayatımın en önemli anlarından biri olarak bu anıyı taşıyorum. Bu anı, farkında olmasam da bir yerlerde kendimi tanımlama yolum olmuş. Kendime hep böyle baktığım için başkalarının da öyle bakacağını düşünmüşüm. Sonra bir gün, bu anıyla ilgili görmediğim bir şeyi fark ediyorum; aslında unutulduğum kadar kendimi unutturmuşum da… En azından kimseye kendimi hatırlatmamışım. Bunu kabul etmeye başladığım an, geçmişteki terk edilmişlik hislerim yavaş yavaş hafifliyor sanki. Evet, zamanı doğrusal düşündüğümüzde olayın değiştiğini söylemek mümkün değil; ama değişmediğini söylemek de mümkün değil – çünkü artık kendimi terk edilecek, istenmeyecek, unutulacak biri olarak görmüyorum. Gelecekte olan bir şey, geçmişi değiştiriyorsa, hangi doğrusallıktan bahsedebiliriz ki?
Gelelim diğer soruya… Geleceği görerek, geleceğin neler getireceğini bilerek yaşamak mümkün müdür? Bu, aslında biraz özgür irade sorgusu – ki son zamanlarda özgür irade meselesinin sürekli olarak kafamı meşgul ettiğini inkâr edemeyeceğim. Ancak, bu soruyu şöyle sormak da mümkün, şimdinin böyle olacağını bilseydim, aynı seçimleri yapmaya devam eder miydim? Bu, hayatımızın her alanı için düşünebileceğimiz bir şey… Ama ben bunu sakatlığım üzerinden düşünmek istiyorum çünkü bu tam da, bir süredir ilgi alanımda olan bir meseleye bağlanıyor: Sakatlık, gurur duyulacak bir şey olabilir mi? Kimine göre cevap net bir şekilde hayır. Bu kişilere göre, sakat olmayı kendimiz seçmediğimiz gibi, bu, bireysel olarak günlük hayatımızda güçlük yaşamamıza neden olan bir şey… Toplumun da işimizi kolaylaştırdığını söylememiz mümkün değil. Kimisi de tam da bu yüzden, toplumsal dayatmalara karşı durmayı beraberinde getirdiği, yaşadığımız güçlükleri farklı yollarla çözmemizi gerektirdiği için sakat kimliğinden gurur duyduğunu ve sakatlığından asla vazgeçmek istemeyeceğini belirtiyor. Bazı kişiler de, gurur duygusunun kendiliğimizden sahip olageldiğimiz bir şeyle ilişkili olamayacağını, gururun ancak yaptıklarımızla ilişkilendirebileceğimiz bir duygu olduğunu savunuyor. Dolayısıyla, onlara göre böyle bir soru baştan yanlış.
Bana soracak olursanız, gurur duygusu en çok sahiplenmekle ilgili. Kim olduğunu, ne yaptığını, ne yaşadığını sahiplendiğinde hissettiğin duygu… Kendine dair her şeyi olduğu gibi kabul edebilmek ile ilgili yani; dolayısıyla kendi içinde yaşadığın bir şey – ama sanırım, bizim kültürümüzde daha çok kişilerarası bir alana ait bir duygu gibi algılanıyor. Hatta bazen bu duygunun ilişkiler üzerinde olumsuz bir etkisi varmış gibi… Bu kısımlar bambaşka bir tartışmaya gider ama, sonuç olarak kendimi ne kadar sahipleniyorum ve seçme şansım olsaydı hayatımda neleri ne kadar değiştirirdim diye sormak önemli geliyor. Benim bu sorulara verdiğim cevap her zaman aynı olmuyor – ama sahiplenmeyi, her şeyi olduğu gibi kabullenmeyi, seçme şansım olsaydı da bu yoldan gideceğimi düşünmeyi istiyorum. Biliyorsunuz, bu dediklerimi tamamen yaptığım bir zaman hiç gelmeyecek, zaten amacım da bir daha hiç şüpheye düşmemek değil. Sadece kendimi sahiplenemediğim, olanları kabullenemediğim ve her şeyi kökten değiştirmek istediğim zamanlarda, ben o anda o yola girmekte zorlansam da başka bir yolun ve o yolda hali hazırda ilerleyenlerin var olduğunu hatırlamayı umuyorum.
Ted Chiang’ın öyküsünün benim için hep bunları hatırlatacak bir tarafı olacak. Bu yüzden kendisine ne kadar teşekkür etsem az