Ocak ayı sonunda 39 yaşımı doldurdum ve o günlerde aklıma gelen bu yazıyı, EEEH Dergi’nin 5. Yaş sayısında paylaşmak çok güzel.
Son 4 senedir üniversitenin engelli biriminde çalışıyorum. Bu sürede engelli ve engelsiz kişileri gözlemleme şansım oldu. Ağırlıklı olarak görmeyenler, bazen bedensel engelliler az da olsa işitme engellilerle çalıştım. Çalıştım derken yanlış anlaşılmasın, yaptığım iş memuriyet ya da teknikerliğin ötesinde değil. Engelli kişilerin tedavi/rehabilitasyon ya da gelişimi ile ilgili bir eğitimim ya da bilgim yok. Bazı duyarlılıkların, aktivist hareketlerin veya bir yola baş koymaların yadırgandığı bir çevreden geldim. Her şeye “normal” tepkiler verilmeli, “durumlar” abartılmamalı, öyle çokbilmiş olunmamalıydı.
O çevreden Boğaziçi Üniversitesi’ne gelmek benim kararımdı ve zaten bu aşırı normalleştirmeden yılmıştım. GETEM’de çalışmak tesadüftü ve bu tesadüfün sebepleri ile sonuçları bambaşka bir yazının konusu. Bunu özellikle ifade etmemin sebebiyse, eğer tesadüfen GETEM’e transfer olmasaydım “aA burada böyle bir iş var, ben bu ofise transfer olayım” gibi düşünceler benim aklıma gelmezdi.
Konuyu daha da uzatmadan sadede geleyim ve hatta bodoslama dalayım; görmemek dünyanın sonu değildir, engellilik dış dünya düzeninin farklı yapıdaki insanlara koyduğu settir. Çok sert gelebilir ama bunca sene engellilerle çalıştıktan sonra, insanların gözünde acıma ve korkma hissi görmek beni sinirlendiriyor.
Hala kaçmadıysanız daha yumuşak anlatayım neden değildir. Eğer doğuştan engelli değilseniz, geldiğiniz noktada hala bir engeliniz yoksa, bir gün engelli olmak sizi korkutur. Bu acıkmak kadar doğal bir insani içgüdüdür. Bu güdü sizi tehlikelerden de korur; herhangi bir duyunuzu kaybedecek saçma hareketler yapmaktan kaçınırsınız.
O yüzden de körlük size karanlık, sağırlık sessizlik, bedensel engelse felaket gelir. Oysa bunun içine doğmuş, erken yaşta engellilikle tanışmış insanlar için bu “normal”dir. Kesinlikle yanlış anlaşılmak istemem, kast ettiğim şey şu: bu onlara size geldiği kadar korkunç gelmez, yoksa hayatları kolay değildir. Ama zorluğu çıkaran bizim kurduğumuz düzen, ben senin yerine yaparımcı acıma duygusudur. Bu nedenle, “Hayattan rengi alın geriye ne kalır ki” gibi saçma reklamlar, gözünü bağlayıp körlük deneyimi yaşatarak insanlara empati kurdurmaya çalışmak gibi popülist ve acımayı tetikleyen işler sosyal sorumluluk ya da tamlığın methi olarak sıkça karşımıza çıkar.
Bir görmeyeni anlamak mı istiyorsunuz? Etrafınızdaki yazıların tümünün kabartma olduğunu düşünün, ve parmak uçlarınızın bu yazıyı hissedecek hassasiyette olmadığını. Herkesin kabartma yazı okuduğu, iğneyle kağıdı delerek yazı yazdığı bir dünyada sizin bunları yapamadığınızı düşünün. Ne hisseder ne yapardınız? Bana okusan da ben de öğrensem derdiniz değil mi? Çünkü bu o kadar kolay bir dönüştürmedir ki engeliniz için “utanır” kendinizi yetersiz hissedersiniz.
Bu kabartma dünyada sizin çevrenizle kurmaya çalıştığınız ait olma ve yaşama isteğine rağmen sürekli “engelle” karşılaşırsınız. Aklınıza gelebilecek tüm aletler, yaşam alanları, neşe kaynakları dokunabilenler ve koku hissi kuvvetliler için tasarlanmış olsun. Bu sizin için tasarlanmamış ve size yer açılmamış dünyada size sürekli acıyan ve kendi başınıza bir şey yapmanızdansa sizin yerinize işleri halletmeye meyilli kişilerle yaşadığınızı düşünün.
İnsan deneye yanıla, ödül ala ala öğrenir. Hiç birimiz doğuştan “tam” olanlarımız bile anamızın karnından eğitimli çıkmayız. Hareketlerimiz, davranışlarımız da içine doğduğumuz çevrece şekillendirilmeye çalışılır. Burnunuz koku almaz, parmak uçlarınız çok az hissederken bir yemeğe övgü düzdüğünüzde tuhaf karşılanırsınız. Kokusunu almadan nasıl görür görmez güzel olduğuna karar verdiniz ki? Ya numara yapıyorsunuz ya da aslında koku alıyor ve hissediyorsunuz. Dahası maşallah tam biri gibi kokluyor dokunuyorsunuz.
4 senede GETEM beni evriltti. Başlangıçta tek tesellim kişileri oldukları gibi kabul eden ve acıma hissi gelişmemiş biri olduğumdu. Ama hayat insanı sınamaktan vazgeçmiyor. Defalarca engellilikle ilgili bireysel düzenlemelere “Ya ama o öyle olmaz ki!” diye itiraz ederken buldum kendimi. Geldiğim çevre icat çıkarmaktan hoşlanmazdı. Neden görme engelli biri çizim yapsındı, mühendis olsundu, kim uğraşacaktı bunlarla?
GETEM daha çok bilinse de, aslında Engelsiz Erişim Derneği uğraştı. Ben de onların çabalarını her zaman hayranlıkla izledim. Şimdi daha da sadede gelirsem sevgili gören kardeşlerim;
Görmemek karanlık değildir, bir kitap okumakla görmeyen birine ışık olmazsınız. Sadece sizin yapabildiğiniz bir eylemi yapamayan kişiye yardım etmiş, yoldan bir taşı kaldırmış olursunuz.
Görmeyenler de tabiattan, manzaradan, spordan, sanattan zevk alırlar. Allah onların görmesini alıp yerine harika bir kalp vermemiştir, beyinleri gayet hayatta kalma içgüdüsüyle tıpkı sizlerin de bazı duyularınızın diğerinden gelişmiş olabileceği gibi evrilmiştir.
Görmeyen biri muhtemelen sizden daha çok kitap okumuş, daha kültürlüdür. Zira sizin alıp da okumadığınız kitapları o günler, haftalar, aylar hatta yıllar bekleyerek elde etmiştir. (Basit bir istatistik ekleyeyim; ev telefonundan ulaşılan telefon kütüphanesinde 750 eser vardı. Kaç kere “Ben o kitapların hepsini okudum, yeni kitap ne zaman ekleyeceksiniz” diyen görmeyenlere, “Maalesef sponsor firma ne zaman talep ederse, ama dilerseniz GETEM’de binlerce kitap var, oradan dinleyebilirsiniz” dedim.)
Görmeyen biri sizinle göz teması kurabilir de kuramayabilir de. Körlük baya geniş bir skaladır, türlü çeşidi vardır. Sizinle göz teması kuran bir kör kendini geliştirmiş değildir, muhtemelen göz teması kurmak zorunda hissetmiş ve bunu öğrenmiştir.
Görmeyenler sizin gibi yemek yiyemeyebilir. Çünkü fedakâr anneleri onlara ya yedirmiş, ya yedikten sonra arkasını toplamış ya da en az pasaklı şekilde yiyebileceği gibi yemek yemesini öğretmiştir.
4 senedir tanıdığım, aktivist ve cesur bir arkadaşımla tamamen tesadüfen görme engelliler için çatal bıçak kullanımı atölyesinde karşılaştık. Görmüyor. Ben ekmeğe bir şey sürmenin taktiklerini öğretiyordum. Ki sofra adabı konusunda hiç de iyi değilimdir. Sadece kendi deneyimimi anlattım. Bir kere de nasıl yapacağını dokunarak gösterdim. Sanırım sizin de ilkokul öğretmeniniz yazamadığınız f harfi için elinizi tutmuştur. Arkadaşım kendi ekmeğine yağı sürdü ve dedi ki “Bu kadar mıydı?” Bu kadardı. Maalesef sadece bu kadardı.
Herhangi bir engeli olan kişi sizden ya da benden daha iyi ya da daha kötü değildir. Lafı uzatmak istersem iyi ve kötü insan tanımımızı sorgulamaya kadar gidebilirim, konu çok uzadı zaten. Sadece insandır, sizin gibi politik/dini bir tarafı, insanca pek insanca duyguları ve halleri vardır. Yani yapmak istemediğiniz bir şeyi yaparak o saf insana yardım etmiyor kendinizi kullandırıyor da olabilirsiniz. Ne yazık ki bunu yapmanızın tek nedeni acıma duygunuz ve vicdanınızı rahatlatma isteğinizdir.
Bana defalarca “Ama sen çok alışmışsın onlara” dendi; “Sen de kendini bu işe kaptırma” dendi. Üzücü ve ürpertici olan, bu sözlerin daha hak arayışında olan insanlardan gelmesi oldu benim için.
Bugün size şunu tavsiye edebilirim; karşınızdaki her kim olursa olsun önce onun sınırlarını anlayın. Kendi sınırınızı da koruyun ve acımaktansa paylaşmayı deneyin.
Sevdiğiniz kitabı biri için seslendirin, tarayıp metne çevirin, yolda duraksadığını görünce önce sorun, bir ortama girdiğiniz de ya da görmeyen biri ortamınıza girdiğinde onu görmezden gelmeyin. Çok zorlanıyorsanız siz yine gözlerine bakarak konuşun, eh sesin geldiği yeri anlamakta bizden daha yetenekliler elbet size dönerler.
Ve kimin ne amaçla düzenlediğini hala anlayamadığım tiyatrolara gitmemek üzere bilet alıp vicdanınızı rahatlatacağınıza, bir işin ucundan tutun. Zaten herkesin kendi mahallesine çekildiği şu günlerde bir arada yaşamak ve paylaşmak size de iyi gelir.
Son olarak “yahu bunu da nasıl yapacaklar, olur mu öyle şey?” diye düşündüğünüzde aklınıza Stephan Hawking gelsin.
Sevgileriml