Toplam Okunma 0

13. sayı, Mart 2015

 

Merhaba değerli okurlarım,

Bu yazımda sizlere başımdan geçen bir kâbusu anlatacağım. Birazdan anlatacaklarımın hepsinin gerçek olduğuna yemin ederim. Ah! Kusura bakmayın, ayak tabanlarımda bir sorun var da; şu tabureye uzatmamın tek nedeni o...

Gerçekten... Her neyse... İşte anlatmaya başlıyorum:

Başıma gelenlerin tek nedeni fotoğraf çekilmekten nefret etmek... Evet, bir fotoğraf karesinde bulunmaktan nefret ettiğimi kimseden gizleyecek değilim.  Şu herkesin kullandığı, geçmişi yad etmek, zamanı dondurmak... vb. amaçlarla durmadan ve her fırsatta düğmelere şakır şakır basılıp tüm sinirlerimi alt üst eden şeyden, kelimenin tam anlamıyla nefret ediyorum.

Bir ortamdasınız ve mutlu olduğunuz bir ortam bu. Yanınızda zaman geçirmekten hoşlandığınız insanlar var… Bir yerde oturmaya karar verdiniz. Kafede... Tam kafenin önüne geldiniz, bir ses: "Aaa! Dur ya, şurada bir fotoğraf çekelim," diyor. Aniden adrenalin salgılamaya başladınız. Kulaklarınız uğuldamaya, kalbiniz atmaya başladı bile. Gün zehir olmak üzere size göre...

"Başını şöyle tut Eylem... Hayır hayır... Şöyle, biraz sola... Dur..." Gelip eliyle başınızı istediği yere döndürdükten sonra: "... Ha... Tamam... Çekiyorum. Gülümseyin..."

Ve şak... Bir tokat gibi...

Geçti, geçti...

 

Sonra kafeye girersiniz. Yemek sipariş edersiniz. Yemeği beklersiniz. Çok açsınızdır. Kurt gibi... Vee, yemek gelmiştir... Sonunda...

Tam yemek için çatalınızı kaldırmışken:

"Ya şu yemeklerin fotoğraflarını çeksek ya, Facebook’a yollarız..."

"Hayııır!"

Sonra yolda, sonra durakta... Otobüsten indiğinizde... Garip bir taşın yanında... Bir caminin arkasında... Güzel bir gün batımına karşı...

Kâbus gibi, değil mi değerli sırdaşlarım?

Durun, daha yeni başladık... Bu fotoğraf furyası o kadar yayıldı ki, artık hiç görmeyen körler dahi fotoğraf çekmeye başladı. Facebook arkadaşlarımızdan haber almak için kullandığımız bir şeyken şimdi, çözemeyeceğimiz şifrelerle dolu, sözde sosyal, medya aracı oluverdi.

Evet, bir fotoğraf, vee "Ay ne güzel değil mi?" diye bir durum güncellemesi...

Bunu yazan da hiç görmeyen birisi. Ne ne güzel kardeşim? Allah aşkına ne ne güzel?

Sana böyle bir durum gelse sen anlayabilir misin neyin ne güzel olduğunu? Değil mi ya!

Sabrımı taşıran son damla, tuvalette bu lanetli şakırtı sesini duymamla oldu değerli okuyucularım!

Tam işimi bitirmiş sifonu çekmek üzereyken bir fotoğraf makinesi şakırtısı... Evet, yanlış duymadınız, ne yazık ki ben de yanlış duymamıştım, bir fotoğraf makinesi şakırtısı duydum.

Yanımdaki kabinin sakinini ki bence kafayı çoktan tırlatmış olduğundan ona sakin makin denemezdi, hiç tanımasam da; merakla sordum:

"Pardon, neyin fotoğrafını çekiyorsunuz acaba?"

Boğuk bir sesle soruma cevap verdi:

"Siz bilmiyor muydunuz?"

"Neyi hanımefendi?"

"İsviçre'ye beyin göçüyle göçmüş Türk bilim adamlarına göre dışkımızın şekli ruh halimizi ve bir sonraki dışkılamaya kadarki geleceğimizi, nasıl davranmamız gerektiğini falan belgeliyormuş. Eğer bilgili bir göz bakarsa bu işaretleri bize söyleyebilirmiş ve biz ona göre davranabilirmişiz... Ben de dışkımın fotoğrafını çekip: http://www.diskiniyollageleceginiogren.com adresine gönderiyorum. İnanmayacaksınız; ama Iphone uygulamasındaki falcı bacıdan çok daha isabetli bu adamlar..."

O andan sonra, nasıl sifonu çektim, ellerimi nasıl yıkadım, nasıl tuvaletten çıktım bilmiyorum. Tek hatırladığım şey, babadan dededen duyduğum bir nidayı, sırf çaresizlikten haykırmak oldu.

"Ya Hızır!"

Ve haykırır haykırmaz Boz Atlı Hızır imdadıma koştu. İnsanın hayatında bir kere görebileceği Hızır Dede'den bahsediyorum. Atından indi ve yanıma geldi:

"Söyle bakalım, nedir dileğin..."

Hemen ellerine sarıldım ve:

"Aman Hızır Dede, modern zamanda yaşamaktan bıktım. Beni çok daha eski, fotoğraf makinesinin olmadığı bir zamana götür..."

Nasıl olsa bunu yapabileceğini biliyordum; çünkü Hızır'ın mitolojideki diğer adı Zaman Yolcusu’ydu.

Nitekim hemen beni boz atına bindirdi ve Rönesans döneminde indirdi.

Terslik bu ya, bir sarayda inmiştim ve sarayın avlusundaki ressamın gözüne ilişmiştim. Hemen boş bir tuval aldı ve yanıma geldi:

"Eğer portrenizi yapmama izin verirseniz size tam bir kese altın veririm. Medici ailesinin koruması altında olduğum için yeterli imkâna sahip olduğumdan kuşkunuz olmasın..."

Portre mi! Hayır değerli okuyucular... Bu kadar da olamazdı. Fotoğraftan daha kötü olan bir şey varsa o da saatlerce bir ressamın önünde modellik yapmaktı herhalde...

Yine de merak edip sordum. Bir yandan da Hızır Dede'ye saygılı bir tavırla durmasını işaret ettim:

"Neden benim portremi yapmak istiyorsunuz peki?"

"Anormal vücutlar serisi üzerinde çalışıyorum da..."

Bir dakika bile duramazdım burada... Hemen Hızır Dede'nin yanına koşup:

"Aman Hızır Dede'm, beni ilkel bir döneme götürür müsün? Ben burayı da sevmedim," dedim. Aksakallı, nur yüzlü Hızır Dedem müşfik bir tavırla "Peki," dedi ve atına atlayıp çıktık yola...

Beni ilkel dönemde indirir indirmez etrafıma insanlar toplanmaya başladı. Bir mağaraya götürdüler beni. Tavırları sevecen de olsa Hızır Dede beni yalnız bırakmamıştı. Kimse görmüyordu; ama ben arkamdan geldiğini duyabiliyordum.

Beni geniş bir mağaraya getiren insanlar etrafımda dönüp davullar çalmaya başladılar. Sonra hatırladım. İlkel dönemlerde sakatlara tanrının dokunduğunu düşündüklerinden bana kötü bir şey yapmazlardı. Hatta bazı kabilelere göre kutsal bile sayılıyordu sakatlar.

Derken aniden sessizlik oldu... Çıt bile yoktu... Sonra yanıma bir adam geldi ve sabit durmamı sağladı elleriyle. Sonra taşa kazıma seslerine benzeyen sesler duydum..

Hayııır! Yine resmimi çiziyorlardı... Bu kez mağara duvarlarına...

"Ya Hızır!"

Hızır dede bir daha geldi yanıma...

"Hızır Dede'm, biliyorum sana çok yük oluyorum; ama ben daha hiçbir şeyin yaratılmadığı, kaosun hüküm sürdüğü ana gitmek istiyorum. Orada beni hiçbir şey bulamaz herhalde öyle değil mi?"


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.