Sanırım bir ekim ayı. 1994 yılı. Güzel bir hava. Okulun ilk başladığı zamanın kendine has bir güzelliği vardır. Tarif edilebilir mi bilmem. Bir yenilenme, bir hoşluk. İkinci sınıfa başlamıştım. İçimde garip bir mutlulukla yürüyordum körler okulunun bahçesinde. Bir ağlama sesi duydum. Sese yöneldim ve çarpıştık ağlayan kişiyle. Sesinden tanıdım. Ahmet’ti. Kardeşim, canım Ahmet. Neden ağladığını sordum. “Bir şey yok” dedi. Bir daha sordum “Annemi çok özledim” dedi. Belki de kardeşleşmemiz o zaman başladı. Bugün size Ahmet’i anlatmayacağım. Kendime anlatacağım ve yazıya dökeceğim. Çünkü Ahmet tam bir yıldır fiziken aramızda değil. Tıpkı yine bir şubat ayında anılarını bize bırakıp giden, kardeşim Sinan gibi. Hayır öldükleri için değil. Aksine, yaşamda sonsuz izler bıraktıkları için. Öyle olmasa yazmazdım çünkü. Ölüm üzerine yazmam. Mezarlıkların bile rahat bırakılmadığı, bazen son vasiyetlere bile saygı gösterilmediği bir dünyada ölüm üzerine konuşulmaz çünkü. Her ne kadar “Ölüm hep bize mi düşer usta” dizeleri dilimizden düşmese de sevmem ölüm üzerine konuşmayı. Ben dergimizin yıl dönümünde canlarıma dair kelam etmek istiyorum. Bu sadece bir anı ya da dertleşme yazısı değil. Herkese kendi ayrımcılığıyla yüzleşme fırsatı.
İlkokul ikiye giderken tanıdım Ahmet’i. Mayası iyi deyimini ete kemiğe büründürmek istersek, işte o Ahmet olur. Ben gündüzlüydüm, o yatılı. Bazı hafta sonları teyzesine evci giderdi. Görme oranı bana göre daha yüksekti ve yere düşürdüğümüz şeyleri ilk o bulur, elimize verirdi. J Sürekli evini özlerdi. Ne düşünürse, olduğu gibi söylerdi. Sonra o başka okula gitti. Yıllar sonra tekrar görüşmeye başladık. Artık büyümüş, lise öğrencisi olmuştuk. Ahmet gelir bizde kalırdı. Çok severdi ev sıcaklığını. Anneme anne derdi. Gece yarılarına kadar sohbet ederdik. Ben rüzgâr estikçe âşık olan ve süreci çok ağır atlatan bir tiptim. J Saatlerce Ahmet’in başını şişirir ağlardım. Hep beni teselli etmeye çalışırdı. Sonra o da âşık olmuş. Benden daha cesaretli olduğu için gidip söylemiş. “Sen körsün beni nasıl sevebilirsin” demiş; sevmenin ne olduğunu belki hiç öğrenemeyecek kişi. Yalnız önceliği aşk değildi o yıllarda. Çok isterdi aile sıcaklığını. Biz aşk, siyaset gibi şeylerin peşine koşardık. Aile içi kavgalardan canımız sıkılırdı. O sürekli kızardı bize. “Sizin ne derdiniz var? Aileniz yanınızda.” derdi. Tabi o zaman böyle derinlikli anlayamazdık onu. Bir keresinde kavga etmiştik ve tişörtü yırtılmıştı. Gidip tişört almıştık. Ailemizden saklamamız gereken bir şey olursa ona verirdik hep. Bu sigara olurdu genellikle. Bir kere annesi gelmiş. Montunda paket bulmuş ve Ahmet’in sigara içmediğine inanmayıp bir ton fırça atmış. “Ulan oğlum, koca paketi içtiniz de iki dal sigarayı mı içemediniz?” der gülerdi. Tanıdığım en çok kendini geliştiren insan olmasına rağmen, herkes ona akıl vermeyi görev edinmişti. Çıkar için her dala atlayacak kadar acınası olan bazı kişiler, Sürekli ona üzüldüklerini dile getirmeyi iş edinmişlerdi. Başkasına kızamayanlar ona rahatça kızabilirdi mesela. Verdikleri bursu bile ulu orta dillendirip başka çocukların onunla kavga etmesine yol açanlar olmuştu. Evet Ahmet aidiyet hissetmek ya da kendini göstermek için alakasız çıkışlar yapabilirdi ama bunu herkes yapıyordu. Sadece o sessiz ve yalnızdı ve her kabağın başına patlaması için en iyi gerekçeydi bu. Ahmet tek başına burada üniversiteye hazırlandı. Bir işe ihtiyacı vardı ve kendisinin o sorununu çözebilecek olanlar, iş yerine, nasihat vermeyi tercih ettiler. Onlara inat Ahmet iki yıllık bir bölüm kazandı ve Hitit Üniversitesi’ne yerleşti. O süreçte eskisi kadar sık görüşemedik.
Ortak Yalnızlığın paydaşı, Sinan ile tam da o yıllarda tanıştım. Fatsa’dan iş aramaya gelmişti. Duygusal bir o kadar da kavgacıydı. Hemen kaynaşmıştık. Bazen bizde kalırdı. Bazen de dernekte. O, dernekte kaldığı zamanın bazılarında biz de dernekte kalır, sabaha kadar sohbet ederdik. Bu hayatta kendine ait bir şeyi varsa, o da sigarasıydı. Dernekte kaldığımız bir gece, 04:00’da bizi sigara almaya yollamıştı. Gece dışarıda olmaya alışık bizler, sigara bulamadığımız gibi tırsıp geri gelmiştik. Saat 07:00’ı vurduğunda tekrar gönderdi ya neyse. ı Bu arada Ahmet ile de tanıştı. Beraber takılmaya başladık. Bize gelmeyi çok severlerdi. Hiç unutmam, Sinan’ın canı mantar istemiş sanırım. İki kilo mantar ile çaldı kapımızı. Annem “Çok almışsın oğlum, canın istediyse söyleseydin ben alırdım” dese de “Olsun ben aldım” demişti. İkisi de burada çok zorluk çektiler ama dimdik durdular. Sinan iş bulamayınca döndü Fatsa’ya. Ahmet okul bitince geri geldi. Gimat’tan toptan aldığı malzemeleri kafelere ve büfelere satarak yaşamını sürdürmeye başladı. Hiç hakkını yememem gereken insanlar vardır. Onlar da Ahmet’in ev arkadaşları. Okul hayatları boyunca, eşit koşullarda paylaştılar evlerini. Bir de toptancılık işinde ona çok yardımcı olan bir kafe sahibi. Hani körler her işi yapamaz diyen kibir abidesi sağlamcılar var ya, onların üç kişi yapacağı işi Ahmet tek başına yapardı. Yine de kimse akıl vermekten geri durmazdı. Bu hayatı kendi tercih etti diyenler bile oldu. Evet kendi tercih etti. Anadolu’nun küçük bir ilçesinde eve kapanmak istemedi. Dibine kadar bedelini ödedi özgürlüğün. Kimsenin sevmediği kadar sevdi hayatı. Tek başına içmeye giderdi, canının istediği yemeği yapmaya çalışırdı, kişisel bakımına çok özen gösterirdi. Öyle ki “Berberde yüzüme maske yaptırdım” dediğinde “Ne!” demiştim. Herkesi arayıp soracak, herkese hediye alacak kadar inceydi. Mesela bu yazıyı kaleme aldığım bilgisayarın altında onun hediye ettiği fan var. Hayatta en çok istediği şey aşk yaşamaktı. Bilmiyordu ki aşk dedikleri şey belli kurallara bağlı birilerinin zihninde. Bilmiyordu, ince ya da romantik olmaktan çok kendini pazarlamanın önemli olduğunu. Bilmiyordu ki insanlar aşkı değil toplumsal normalin dayattığı sahte ilişkileri seçiyorlardı. Bir arkadaştan hoşlandığını söylemişti. Üzülürsün demiştim. Çünkü şekilci bir arkadaştı hoşlandığı. Burada sabahtan beri ahkam kesen ben, bir başka kişiyi önerip ona teklif etmesini söylemiştim. Cevabı iyi ders olur anlayana. “Ama ben ondan duygusal olarak etkilenmiyorum.” Sürekli kalıplarla kavga eden, aşkın sınırının olmayacağını savunan benim suratımda bir tokat gibi patlamıştı ikiyüzlülüğüm.
Arkadaş dökümü
Arkadaşlarımın ölüm haberini genelde Ahmet’ten almışımdır. Çünkü hatırını sormadığı kimse yoktu. Üniversite yıllarımda bir gün beni aramıştı ve Fatih Yüksel’in ölüm haberini vermişti. Fatih’te Ahmet gibi, Aykut gibi, Sinan gibi mayası iyi ve sessiz bir arkadaşımızdı. İlk arkadaş cenazesi oydu gittiğim. Sonra soğuk bir şubat akşamı yine Ahmet aradı. İçime doğmuş gibi tedirgin açtım telefonu. “Sinan’ı kaybetmişiz abi” dedi. O zaman çalıştığım işyerinden izin alamadım ama Ahmet karda kışta gitti cenazesine. Çok işim varmış, çok bir halt yapıyormuşum gibi aramayı ertelerim insanları. Bir etkinlik için gittiğim İstanbul’dan dönüyordum. Ahmet aradı. Kan kustuğunu söyledi. Tedirgin olma üşütme falandır dedim. Hala içimde yaradır, iki hafta boyunca bir iki kere aramışımdır belki. İki hafta sonra tekrar aradı. Yine öyle olduğunu, hastaneye gittiğini söyledi. Hastaneye gittik. Çevredeki insanlar sanki çocuk ölmüş gibi davranıyorlardı. Hayır Ahmet böyle kolay pes etmezdi. Çevredekilerin o tutumuna duyduğum öfkeyi anlatamam. Evet Ahmet direngendi. Hayatı hepimizden çok seviyordu ve direndi. Hayata döndü. Bir kez daha, hak edenlere hak ettikleri cevabı vermiş oldu. Tam işe girdiği, rahata ereceği zaman bulmuştu bu lanet hastalık onu. Ama o her gün bedenine yüklenen iğne ve ilaçlara rağmen yaşadı. Tatiline gitti, gezdi. Annesi ile yaşamaya başladı ve çok mutluydu. Güzelim Aykut’u da benzer bir hastalıktan yitirmiştik. Ailesinin yanında en çok olmaya çalışan kişilerden birisi de Ahmet’ti. Son dönemde ağrıları ve halsizliği artmıştı Ahmet’in. Sürekli hastanelik oluyordu. En son yatışından önce, bize gelmeyi çok istemişti. Bize gelmeyi, sohbet etmeyi çok severdi. Pandeminin en yoğun olduğu dönemdi. Ona bir şey olur diye tedirgin olduk ve istemeden geri çevirmek zorunda kaldık. Aynı gün son kez hastaneye kaldırıldı. Direndi aylarca. Tıpkı Aykut gibi. Son zamanlarında artık konuşamamaya başladı. Yine de çıkınca size geleceğim diyordu. Çıkamadı. Aslında altı ay öncesinden belliymiş, bilmiyorduk. Bir gün öncesinden annesi beni aradı ve “Ahmet çok kötü arkadaşlarına haber verir misin?” dedi. İnsanda ki yabancılaşmanın en kötüsünü gördüm bazı arkadaşlarımızda. Birlikte uzun yıllar geçirdiğimiz arkadaşlarımızdan birisi “Hasta mıydı?” dedi. Ölüm haberinden sonra arayan bir başkası “Açacağı dükkânı anlatmayı es geçmedi. Acıyı yürekten hissettiklerini belirtenler vardı. Onlara selam olsun. Bu dünyadan güzel insanlar geçti. Şairin dediği gibi “Önce dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız
Ardından birer birer arkadaşlarımız” Bu dünya da güzel izler bırakıp gitti arkadaşlarımız.
Bütün sağlamcılığa, ayrımcılığa direnerek gittiler. Ölümlerinden sonra herkes güzellemeler yaptı ki arkadaşlarımız bunu sonuna kadar hakkediyordu. Ya yaşarken… Bir tanesi, Ahmet’i kendi yurtlarında misafir ettiklerini söylemiş. Doğrudur etti. Ama 2008’yılında 500 lira kira karşılığında. O acının ortasında bunu dile getirmedim ama onurlu bir insanın anısı üzerinde de tepinemez kimse. Belki de bunlardan yorulmuştur Ahmet. Aşksızlıktan, anlaşılmamaktan. Umarım bu yazı herkesi sağlamcılığıyla, şekilciliğiyle yüzleştirir. Kısacık bir yaşam binlerce yıla değer. Umarım bundan sonra herkes samimi davranmayı ya da susmayı tercih eder. Şimdilik, şekilciliğiniz ve ayrımcılığınızla mutluluklar. Şu canım dünyanın orta yerinde, bir başına ve yapayalnız değilim. Arkadaşlarımın bıraktığı insani anılar yeter. “Kim bilir belki ölünce biz de iyi adam oluruz” diyor ya Orhan veli, ölmeden iyi biri olduklarını hissettirmek ve hakkını vermek önemli insanlara. Kim bilir belki bir gün…