Merhaba sevgili dostlar,
Ben sizlere yaşamımdan birkaç ayrıntıyı anlatmaya çalışarak, yazının da başlığında belirttiğim gibi eşit, erişilebilir, engelsiz bir hayata varışımın nasıl olduğunu paylaşmak istiyorum.
Ve günümüzden 22 yıl öncesine gidelim, lav silahı roket atar mermisinin elimde patladığı güne… Evet dostlar, yanlış duymadınız benim elimde lav silahı roket atar mermisi patladı ve daha 15 yaşındaydım. Görme yetimi de bu kaza sonucu kaybettim. Aslında doğrusunu söylersem ben bunu hiçbir zaman bir kayıp olarak hissetmedim ve bu durumu hep bir görme halinden başka bir görme haline geçiş olarak değerlendirdim. Ama ne yalan söyleyeyim bu geçiş halinin müthiş zorluklarını da yaşadım tabii ki de. Düşünsenize doktorların bir daha görme şansı vermediği sadece görme yetisini değil sağ elinin parmaklarını da büyük ölçüde kaybetmiş, her iki bacağında kırıklar oluşmuş, eli ve bacakları askıda, gözleri görmeyen bir çocuk. Fakat bana asıl zorlayıcı gelen, fiziksel acıların yaşandığı süreç değildi. Ne de olsa yaşam sevinci ile atan bir yüreğim ve onun kan yerine pompaladığı bu yaşam sevincini su gibi içen beyin hücrelerim vardı. O zaman sorun da yoktu benim için. Yaşadığım zorluk tamamen tüm çevremdeki insanların bu durumu ahlar ve vahlar haline dönüştürme haliydi ve tabii iş yine başa düşmüştü. Ağlayarak (ve tabii belli etmemeye çalışsalar da, ben bunun böyle olduğunu biliyordum) beni ziyarete gelen insanları gülmelerini sağlayarak uğurlamalarla işe başladım. Bu durumda olumlu bir sonuç alamamak olanaksızdı. Çünkü ben buydum. Farklı bir biçimde davranmam da olanaksızdı. Eğer insanın içi yaşama sevinci ile dolu ise, yaşadığı acılar bile farklı anlamlar kazanıyor, direnç kaynağı olabiliyor bazen. Benim üzülmediğim, pek de dert etmediğim bu duruma niye ailemden ya da çevremden herhangi bir yakınım üzülsün veya ağlasın? Bundan sonraki süreç ablamın bu işin peşini bırakmayışı ve benim için bir doktor buluşu, sonrası memleketimden sağlık manzaraları. Daha önce artık ömür boyu kör kalacaksın diyen doktorlarımız, diğer tarafta tabi ki de göreceksin diyen bir doktor ve ameliyatlar süreci… Sonuçta kazanılan beşte birlik bir görme yetisi, bir dönem böyle devam edişi, sonra kornealarımın bozuluşu, üst üste nakil ameliyatları ve belli belirsiz aralıklarla görme oranının yüzde beş ile yirmi arası değişimi, sürekli iniş ve çıkışlar, beraberinde gelen adaptasyon sorunu. Ve son bir buçuk yıldır da, bundan daha alt bir seviyede bir görme… Yani sizin anlayacağınız güzel dostlar, sudan çıkmış balık durumu.
Neyse ki pullarım kurumadan bir arkadaşımın imdadıma yetişmesi... Bu dostum aynı şehirde yaşadığım Aziz Erol. Tamamen yabancısı olduğum bilgisayarla tanıştırıyor beni. Tabiİ bu arada on parmak klavye düzeni değil de yedi buçuk parmak düzeni öğrenmeye başlıyorum.
Daha ben tab, ok ve shift tuşlarının ne anlama geldiğini yeni öğrenmeye başlamışken, bir gün beni arayıp “La Rıdvan senin sevebileceğin yazıların çıktığı bir dergi var EEEH Dergi.” Tabii ben “neh dergi?” diye soruyorum. Arama alanına gel üç tane e yaz bir tanede h yaz.” diyor. Ben “bu ne ola ki?” deyince de, “orasını da bulmak senin işin” diyor ve telefonu kapatıyor. Tabii bunu bilinçli olarak yapıyor. Arkadaşın derdi biraz da işin kolayına kaçmamam için beni zorlamak ve bunu da başarıyor. Ben klavye üzerinde tablarla oklarla çıktığım yolculukta akıl danelerimden birkaç tanesini yakmış durumdayım. Neyse ki bu işin sonunda alacağım ödül buna değiyor doğrusu. Çünkü ben sadece sevebileceğim yazıların olduğu bir derginin içinde değil, karakteri sağlam, nitelikli, neyi niçin istediklerini çok iyi bilen duruşlarıyla, aynı zamanda sıcacık samimiyetleriyle insanı kucaklayan güzel insanların olduğu bir hazinenin içinde buluveriyorum kendimi…
Ve Burak Sarı ile tanışma, yani o güzel insanlardan biri ile. Yazarımızla ilk başta okuduğum beni de büyüleyen o muhteşem yazısı, Demirin Tuncuna İnsanın Picine Kaldık adlı yazısıyla tanışmış oluyorum. Daha sonra da kendisine Facebook aracılığı ile ulaşıyorum ve kişisel dostluğumuz da böylelikle başlıyor. Sanki birbirini kırk yıldır tanıyan dost sıcaklığında.
Şimdi hızımızı biraz arttıralım ve yolculuğumuzun yakın zamanına gelelim. Sevgili dostum beni arıyor “Selen Özel Bilgi Yarışması’na gidiyor muyuz” diyor tabii ben çok heyecanlanıyorum içerisinde olmayı istediğim, merak ettiğim dayanışma ve bir paylaşım ortamı bu. Fakat, ben bir yandan heyecanlanıyorum, bir yandan da beni bir endişe alıyor, gideceğiz ama nasıl? Benim sizlerin bağımsız hareket olarak adlandırdığınız yaşam biçimi ile ilgili hiçbir tecrübem yok ama insanın karşısında Burak Sarı var ise çözüm de var demekti. “Ben Ankara’dan Bolu’ya uğrar seni alır İstanbul’a öyle geçeriz” deyince endişeler yok olup gitti. Böylelikle annemin “oğlum, Burak’ın kolunu sakın bırakma” uyarısı ile tek bastonlu iki kör olarak yola revan oluyoruz…
Ve o muhteşem gün:
Bindiğimiz araçtan yarışmanın düzenleneceği salonun önünde iniyoruz ve iner inmez kulağıma ilk yansıyan farklı yönlerden gelen baston tıkırtıları ve bu tıkırtıların çıkardığı melodik tınılar. Evet dostlar. Belki yadırgayanlarınız da olacaktır fakat benim duyumsadığım tam da buydu ve bu melodi günün muhteşem geçeceğinin bir habercisiydi benim için. Öyle de oldu. Bir yandan bunları hissederken, diğer yandan da halen içimde büyük bir heyecan. Bir taraftan yeni bir ortamda olmanın getirdiği çekingenlik ve sebebini bilmediğim, içimde derinlerde bir yerlerde kımıldayan bir korku. Çok geçmeden bu korku kendini yüzeye çıkarıyor. Bu dayanışmacı birlikteliğin havasını solumak için seyirci olarak geldiğim yarışmanın içerisinde yarışmacı olarak buluveriyorum kendimi. Ve tüm arkadaşlarla birlikte salona geçip yerlerimizi alıyoruz. Ben bu duygu karmaşasının içerisinde tepetaklak olmuş durumdayım ve biraz da gerginim ama bu durum çok fazla uzun sürmüyor. Çünkü sevgili Engin hocamızın hiçbir yılgınlığa geçit vermeyen o muhteşem coşkusu ve temposu, yarışmanın akıcılığı beni de önüne alıp sürüklüyor. Baştan sona dek belirli aralıklarla her biri emek ve alın teri kokan bu güne kadar yapılan çalışmaların anlatımları, yaşamlarını yitirmiş fakat isimleriyle yaşayan, bizlere bıraktıkları ile varlıklarını sürdüren o güzel insanların yâd edilişleri yüreğimi kabartan, gözlerimi buğulandıran anlar oluyor.
Ve yarışma anı gelip çatıyor. Sahneye çıkıyoruz, yerimizi alıyoruz. Tabii beni yine heyecanla karışık bir korku sarmalıyor. Masa sorumlumuz, benim de her hafta Çarşamba akşamları Engelsiz Erişimli Saatlerde o sıcacık insan samimiyetiyle bizleri evine konuk eden Sevda Bozbey Yılmaz, yine o sıcacık samimiyetiyle karşılıyor ve ben heyecanımı, korkularımı büyük ölçüde atlatıyorum. Hemen ardından da Engin hocamızın “Ne güzel, Rıdvan da burada” demesiyle birlikte bütün heyecan ve korku o malum yerlerine tekmeyi yiyor.
Bundan sonrası keyifle yaşadığım yarışma anları, benim için birçok ilki içinde barındıran muhteşem bir deneyim ve zaman dilimi. Tek kelime ile müthişti.
Yarışmanın final anları da harikaydı. Esprileri bol, eğlenceli bir final.
Yarışma sonrasında dostlarla birlikte yemek yiyoruz ve ayrılık anları gelip çatıyor. Tekrar bir araya gelebilme dilekleri ile vedalaşıyoruz.
Biz Burak ve Devrim Tarım arkadaşımız ile birlikte dönüş yoluna çıkıyoruz. Ben 22 yıldır tedavilerim için İstanbul’a gelirim ve birçok ulaşım aracını kullandım. Fakat beş altı yıldır otobüse hiç binmemiştim. Bindiğimiz otobüste durak isimlerini dillendiren o mekanik sesin bana ilk anda duyumsattığı şey bir durak adından çok, tamamen emek ürünü olan ve mücadele ile kazanılmış bir hak oluşu. Bu beni apayrı duygulandırıyor. Bizlere dayatılan muhtaçlıktan bizi arındıran, çok güçlü anlamları olan bir ses bu.
Biliyorum sevgili dostlar, bu yolculuk sizi çok sıktı ama az kaldı, yolumuz bitmek üzere.
Şimdi sırada yaşanan güzelliklerin içine tükürmeye pek meraklı insancıklarımızdan inciler var. Biz üç arkadaş yolumuzun geri kalanını taksi ile devam etmeye karar veriyoruz. Yanımıza gelen polis ağabeyimiz hemen bir taksi durduruyor. O da ne! Acar taksicimiz durmamakta ısrarcı, “Aman abi acil müşterim bekliyor” yalanları ile kaçış yolları arıyor kendisine. Biz üç arkadaş kendi emeğimizle kazandığımız paralarımız ceplerimizde, seyahat ve ulaşım hakkımızı kullanabilecek miyiz acaba diye merakla beklemekteyiz. Ama şoför arkadaş için henüz böyle bir hak mevzu bahis bile değildi tabii. Kim bilir, belki de bu taksicimiz sigortasız bir biçimde üç kuruş paraya çalışıyordu. Ama olsundu patronu onu sigortasız çalıştırsındı, emeğini sömürsündü, varsın olsundu Allah devletimize zeval vermesindi, devletin polisine karşı gelmek de olmazdı. Ne yapsa etse de bu körlerden kurtulsa idi. Tabii kurtuluş yok. Mücadeleyi “senin canın ceza istiyor” fırçalamaları ile polisimiz kazanıyor ve bizi arabaya bindirmeyi başarıyor. Neyse dostlar, bizleri küçümseyici, hiçe sayıcı tutum ve davranışlara pekte kafayı takıp, yaşadığımız güzelliklere gölge edilmesine izin vermiyoruz. Eninde sonunda içine doğduğumuz bu toplum, bizlere ve tüm farklılıklara ve onların yaşam biçimlerine erdemli insanlar olarak saygınca davranmayı öğrenecektir.
Şimdi gelelim yaşamış olduğum güzel anların bende yaratmış olduğu etkilere, bıraktığı izlere ve değişime. Aslında bu değişim annemle birlikte başlıyor. Evladı gözlerinin önünde ağır bir kazaya maruz kalmış, onlarca kez ameliyat olmuş, fazlasıyla acıları yüreğine yük edinmiş, sürekli korkular, kaygılar içerisinde yaşayan bir anne. Yanımda güvenilir, en yakın dostlarım olmasına rağmen, her hangi bir yere gitmek istediğimde, hep kötü bir şey olur mu kaygı ve korkularıyla beni göndermekte her zaman zorlanmıştır. Yaşadığım kazanın ilk anından itibaren gücünü ve direncini hiç kaybetmemiş, yapacağım dediğinde yapan, gideceğim dediğinde giden, her şeye korkusuzca atılmaktan hiç çekinmeyen bana rağmen bu hep böyle olmuştur. Böyle de olacağını düşünürdüm. Fakat hiç de öyle olmadı. “Anne ben Burak ile birlikte İstanbul’a gidiyorum” dediğimde, “Tamam, ama dikkat edin kendinize” deyiverdi. Tabii ben şaşırmadım dersem yalan olur. Ben en azından sert ya da olumsuz bir tepki olmasa da “nasıl yapacaksınız, nasıl edeceksiniz” gibi sözler bekliyordum. Düşünsenize, daha önce de söylediğim gibi, beni arkadaşlarımla yakın bir yerlere göndermekte zorlanan annem, şimdi beni bir kör arkadaşımın koluna takıp İstanbul’a gönderecekti. Sanırım sevgili dostum Burak’ı daha önceden tanıyor olması ve güvenmesinin bu durumda çok etkisi oldu.
Aslında en başta annem adına çok seviniyorum. Onun bu tedirgin ve korkulu halleri, bende de çok olumsuz etkilere ve tepkilere neden oluyordu. Annemin bu olumlu tutum ve davranışı, endişelerini ve korkularını yenmeye başlaması, artık yaşam biçimimizde de bir şeylerin yenileniyor ve değişiyor oluşunun da işareti gibi. Biliyorum her şey bir çırpıda olmayacaktır. Ailem ve sürekli birlikte olduğum yakın dostlarım, hep beraber şimdiye kadar edinmiş olduğumuz bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçerek bir yerden başlamalıyız. Nihayetinde de özgürlük algımın değişiyor olmasıyla da bu başlangıca adım atmış sayılırız.
Yıllardır az görmenin bana sağlamış olduğu rahatlığın, (rahatlık diyorum ama aslında hiç de öyle değilmiş) bir özgürlük olduğunu zannedip durmuşum. Bu yanılsama yüzünden, (tabi bunun bir yanılsama olduğunu yeni yeni öğreniyorum) deyim yerindeyse kafayı gözü çok kırmışımdır.
Aklıma Engin Yılmaz hocamızın son yazısının başlığı geliyor. Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler, ilk işim, beni daha özgür kılacak olan bir beyaz baston edinmek olurdu sanırım. Ama hiçbir şey için geç sayılmaz. Bir an önce kendime bir baston edinip, öğrenmeye çalışmalıyım. En azından bunun için çaba harcamalıyım ki, ben de sizlerin eşit, erişilebilir, engelsiz bir hayat için çıktığınız özgürlük yürüyüşüne geriden de olsa katılabileyim. Olmasını hiç istemem tabii ama, belki yorulacak olanlar olursa da en azından emeğim ve yapabileceklerimle onlara bir omuz vermiş olurum. Kim bilir… Umarım başarabilirim…
VE SON SÖZ.
Dayanışmacı, paylaşımcı birlikteliği ile; duygusal hüzünlü anları ile; temposu, heyecanı, coşkusu, sevgisi, sıcacık samimiyeti ile; bilginin ve kültürün bol olduğu, emeğin ve alın terinin harmanlandığı, eşit, erişilebilir, engelsiz bir hayatın içinden muhteşem bir gündü yaşadığım…
İyi ki varsınız güzel insanlar. Sizleri sevgiyle kucaklıyorum. Her şey gönlünüzce olsun...