Melek olmak istemiyorlar. Edilgen sayılmaktan nefret ediyorlar. Ne cennetin anahtarını taşıyorlar ne de bedenlerinde cennet. Bu örtü çok kirlendi. Lekeler taşıyor üzerinde. Kokuşmuş lekeler ve bu lekelerin ağırlığı o kahrolası örtüyü yere doğru çekiyor. Çektikçe gerçekliğin sarsıcı sureti bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze. “Şu riyakârlık örgüsünü çekip atın üzerimden” diyor. “Atın ve kendinize gelin.” Kimse melek olmak istemiyor. Cennetin anahtarını da taşımıyor. Yaşamak istiyorlar. Şu dünyada geçirecekleri ömrü hamasetin gölgesinde mağduriyetler içerisinde değil, diledikleri gibi yaşamak istiyorlar ve mağduriyetlerinin karşılığında sunulan vıcık vıcık cümleleri geri tükürüyorlar. Kimler mi? Yaşlılar, sakatlar, çocuklar, kadınlar… Yani en temel hakları yerine karın doyurmayan kuru laflara mahkum edilenler.
Her gün aklımızın almadığı, alamayacağı haberler önümüze düşüyor. Çocuklar kaybediliyor. Koca bir toplum günlerce onları arıyoruz. Adına arama denirse. Yine de soruyoruz “Nerede” diye. Bulunamıyor haftalarca. Bilmem hangi pislik, hangi lanet olası amaçla kaçırıyor çocukları. Sonrası malum. Üzülüyoruz. Zaten başka yaptığımız bir şey de yok. Üzülüyoruz, soruyoruz, üzülüyoruz… Sonra “Melek oldu” diyoruz. Oysa onun istediği mutlu ve sağlıklı bir şekilde hayatta olmak. Benim için burada öncelik geride kalanların, yani bizim vicdanımızı rahatlatmak için ne yapmamız gerektiği değil. Çocukların ağız dolusu gülerek yaşayacağı bir dünyayı yaratmak için ne yapacağımız. Yani şu vıcık vıcık sözlerle vedalaşıp gerçeğin soğuk ve nesnel yüzüyle karşılaşmanın zamanı geldi. Bir engelli haberi üzerinden gerçeklik.
Geçen gün TRT bir video paylaşmış. Video başlığı şöyle “Cenneti sırtında taşıyor” Tabii içeriği tahmin etmek zor olmadı. Zaten tahmin ettiğimle kaldım. Video engellilerle ilgiliydi ama tıkladığımda hüzünlü bir müzik dışında bir sese rastlamadım bir kör olarak. Yorumlardan ve sevgilime göstererek içeriği öğrendim. Bedensel engelli birisini dedesi sırtında taşıyormuş.
Başlığa baktığımızda dedenin özverisi üzerinden edebiyat yapıldığını fark ediyoruz. Bir sürü insan gözleri dolarak izlemiş ve kapatmıştır. Çünkü başlık gerçekliği Kafdağı’nın ardına gönderiyor, tamamen alakasız bir yere odaklanılmasına neden oluyor. O örtüyü çektiğimizde gerçekliğin tokadıyla sarsılıyor ve düşünmeye başlıyoruz: O sırtta taşınan da taşıyanda insan. Yıl 2024. 2024 yılında niye bir insan başka bir insanı sırtında taşımak zorunda bırakılıyor? Hani diyor ya şair “Düşün atom çağında bir ayağımız, ham çarık kıl çorapta olsa da biri” .Evet tam da bu hesap. Erişilebilir koşullar sağlanmadığı için bu çağda birisi sırtta taşınmak zorunda kalınsın, taşıyanın da taşınanın da ne hissettiği düşünülmesin ama edebiyatı yapılsın. Yok öyle bir dünya. Nesneleştirilmeyi, ötekileştirilmeyi ve engellenmeyi hak etmiyoruz. Gerçeğin üzerindeki örtü düşmeye mahkum ve biz gerçeğin acımasızlığıyla yüzleşerek yaratacağız eşit, erişilebilir ve engelsiz bir hayatı.