“Schadenfreude, Başkasının Talihsizliğinden Duyulan Keyif” isimli kitaba rastladığımda ilk hissettiğim şey kafamda çakan bir şimşek, ilk düşündüğümse “Bu duruma bir isim koymuşlar ha!” demek ve hayret etmek olmuştu.
Sevgili yazarımızın da hemen hemen ilk bahsettiği şey bu isimlendirme durumuydu zaten. Bu kavramın çeşitli dillerdeki anlamlarını ve İngilizce bir karşılığı olmadığından dolayı kullandığı Almanca hâlini yazmıştı kitabına.
“Schadenfreude” kelimesini “zarardan duyulan keyif” şeklinde özetleyebiliriz. Küçük ayrıntılara dalmadan, bu her yerde kabul gördüğünü yeni öğrenmiş olsam da her daim karşıma çıktığını sezip rahatsız olduğum bu kavramı anlatmak istiyorum. Aslında karşıma çıkmak derken bunu her şekilde yaşadığımı kastediyorum. Yani kendi içimde de yaşıyorum bu hissi, tıpkı diğer herkes gibi.
Evdeki küçük sakarlıklara deli gibi gülmek, bir arkadaşıma acı çektirmiş birisinin kendisi de acı çektiğinde utanmadan mutlu olmak…
Bana telefonumu tuvalete düşürdüğüm için “beceriksiz” diyen birisinin ertesi gün aynı beceriksizliği kendi yaşamasından duyduğum mutluluk…
Bu arada ne kadar ilginç bir tesadüftü gerçekten…
“Gülme komşuna gelir başına” sözündeki tehditkâr ve mutlu havayı hiç işitmez misiniz? Özellikle de yaşanılan olaya gülen birisinin başına olayın aynısı, belki de daha kötüsü geldiğinde. Ama ben bu hissin yaşadığımdan daha fazlasıyla karşılaştığımı hissediyorum. Yürürken, para dilenmediğim son derece belliyken bana para uzatılmasının arkasında yatan şey bu. Yanımda “çık çık” edip yazıklanan insancığın kendisine saklayamadığı hissi ve bu mutluluk hissinden duyamadığı, daha doğrusu yüzleşemediği utancı maskelemeye çalışmasının sonucu bu. Arkamdan takip eden insanın; “Şu körün bir hatasını bulsam da en azından onu uyararak yardım etsem” çabasının sebebi bu. “Siz cennetliksiniz” diyen insanın kendi sevincinden dolayı utancını telafisi bu.
En bariz örnek olarak size yaşadığım küçük bir anıyı anlatmak istiyorum:
Bir gün otobüs durağında, kulağım kirişte beklerken bir adam yanıma gelip “Sizin yaratılma sebebinizi buldum” dediğinde boş bulunup gayet normal bir şeymiş gibi “Neden?” demiş bulundum. “Tabii ki bizlerin hâlimize şükretmemiz için yaratıldınız…” Şimdi düşünüyorum da adam duyduğu bu keyif hissinden rahatsız olduğundan onu meşrulaştırmaya çalışmış olsa gerek. Başka niye bir insana böyle dersin ki?
Şu toplumda neden dilenciler bu kadar fazla? Çünkü insanlar birilerinin dilenecek durumda olmasından mutlu olmaya ihtiyaç duyuyorlar. Sırf bu ihtiyaçlarının karşılanması için dilenciye sadaka vermek icat edilmiş olabilir. Bu ihtiyacın sebebi nedir? Aslında kitabı okumak size çok uzayabileceğinden korktuğum bu kısa yazıdan çok daha bilgi verecektir. Onun için buna hiç girmeyeceğim. Bunun yerine, öteki hissi ve bizden hissinin de çok önemli olduğu gerçeğinden yazıma devam edeceğim.
Hayatını “öteki” ve “ben” olarak kutuplaştırmış insanlarda, ki hepimiz bir yere kadar öyleyiz, bu hissin oluşmasının normalliğine dikkat çekmek istiyorum. Hepimiz bir yere kadar öyleyiz çünkü hepimiz doğduktan sonra annemizin bile “öteki” olduğunu anlayarak başlıyoruz yaşamaya. Sadece “öteki”yi ötekileştirirken onu kendimizden ne kadar uzaklaştırdığımız, bizi diğerlerinden farklı kılıyor belki.
Yıllardır Netflix’te devam eden, bir mahkûmun otobiyografisinden uyarlanmış “Orange is the New Black” isimli dizide mahkûmların yaptıkları bir şeyden sonra oraya neden düştüklerinden bahsetmeleri onlara kızmaktan ziyade anlamaya çalışmayı sağlamıştı. Artık çoğu sanat eserinde bu kaygı güdülüyor.
On beş yaşımdan beri yazdığım kitabımda benim yapmaya çalıştığım şey de buydu. Kurgumdaki kötü adamdan bahsederken onun fazlasıyla bana benzediğini görüp dehşete düşmek öyle tuhaftı ki! Yazdığım şeyi anlayıp kabullenmeye çalışırken bile zorlandığımı fark ettiğimdeki şaşkınlığımı varın siz düşünün. Ve biz, koskoca dünyada kendimiz ve ötekiler arasında bir kıyaslamayla yaşayıp gitme hâlindeyiz. Yaptığımız bu. Tıpkı Teoman’ın bahsettiği “İstasyon İnsanları”yız işte.
Haydi bu sanat akımını bir kenara bırakalım şimdi de aynı zamanda bir filmi olan bir bilim kurgu serisinden bahsedeyim sizlere.
Kitabın adı “Üçüncünün Oyunu.” Orson Scott Card yazmış. Bu seriyi galiba lise zamanlarımda okumuştum ama o zamanlar henüz bu açıdan bakmamıştım.
Serinin ilk kitabında, hiçbir şeyden haberi olmayan, başarılı Ender, bir bilgisayar oyunu sanarak uzaktan güdümlü füzeleri kontrol ederek bir gezegene soykırım yapmıştır. Haberdar olduğunda her şey için çok geçtir ve Ender artık bir kahramandır. Oysa o kendisinden nefret etmektedir.
Bunu da sizlere çok iyi anlatacak olan bir Youtube kanalından dinleyebilirsiniz. “Nebuch” kanalının “Sonder Medya” başlıklı videosu… Bu videoda bahsettiğim kahramandan yola çıkan bir kavramdan bahsediyor Nebuch. İnsanları sadece sayı veya istatistik olarak görme eğilimi… Bu eğilim yavaş yavaş artıyor ve bazı sanat eserleri bunun karşısında durmaya çalışsa da ne kadar başarılı olabilir bilinmiyor.
Hitler, önce engellileri sonra diğer ırktaki insanları öldürmeye dili değiştirerek başlamıştı. Hannah Arendt’in yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı” isimli kitapta, ki kesinlikle tavsiye ediyorum, o insanları öldürdükleri, kullanılan dili değiştirerek yumuşatılmaya çalışılıyordu. İşte bu istatistiğe ve sayıya dökme eğiliminin başka bir tezahürü.
Bir Youtube kanalı kurmuşsanız ve bu konuda para kazanmaya çalışıyorsanız o insanlara sadece “takipçi” gözüyle bakacaksınız mesela.
Eğer bu tür eğilimler artarsa ötekiyle aramızdaki mesafe de artacak ve bizim schadenfreude hislerimiz bu denli masum olmayacak.
“Umudumuzu Kaybetmemek İçin Yapabileceğimiz Egzersizler” isimli yazımda gülen bir turistin kendim gibi gülebildiğine şaşan bir çocukken bu yazıyı yazacak evreye geldim ve kendimle gurur duyuyorum. Ama korkarım böyle giderse benim potansiyelimden çok daha yüksek potansiyeli olan başka bir çocuk bunu hiç fark etmeden büyüyecek.
Daha önce yazdığım “İçimizdeki Parya” adlı yazımda “merhamet” kavramı hakkındaki düşüncelerimden bahsetmiştim. Benim eleştirdiğim merhamet, aslında schadenfreude imiş, işte şimdi anlıyorum.
Eskiden çok daha öfkeli bir insandım. Adlandıramamış olsam da insanların schadenfreude hislerine tahammül edemezdim. Hâlâ da bunda zorlanıyorum.
“Neden onlarla aramızda bu kadar fark var!” der, öteki olma hissinden nefret ederdim. Onlar demekten bile… Oysa holiganlığın, takım tutmanın adeta memleket meselesi olduğu ülkemizde ait hissetmenin önemli olduğu kadar ötekileştirmenin de önemli hâle getirildiğini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Bunu iyi anladığımdan, karşısında durmanın önemini de çok daha iyi biliyorum artık. Bu durumda kendime düşeni yapmak istiyorum. Dahası, bunu yapacağımı çok iyi biliyorum. Ya siz?