Toplam Okunma 0
Beyaz bulutların yer aldığı masmavi bir gökyüzü, yakın ve uzak planda ağaçların yer aldığı geniş yeşil bir arazi ve sağ tarafta ağaçların arkasında farklı renkte çatılarını gördüğümüz evler var.

Hani gökyüzünün bir başka olduğu günler vardır. Vardı yani. Bulutların içlerini dökmesine yakın güzel bir gökyüzü ve sarhoş edici toprak kokusu. Tam aşık olunacak hava yani. Şarap kadehlerinizi ve yazıdan romantik cümleler aşırmak için not defterinizi yanınıza almanıza gerek yok. İsterdim bir aşk hikayesinin başlangıcını yazmak ama senin hikayeni yazacağım. Ya da benim. Anlatılan hepimizin hikayesi çünkü. Artık yazılarımda anlattığım konular kadar tekrar eder oldu benzer konular üzerine yazmaktan yakınmam. Ne yaparsın? Hayaller Çehov, gerçekler ada vapuru. Mevzu simitçi, kahveci, gazozcu da değil üstelik.

 

Evet, bu ay Çehov’un “Altıncı Koğuş” kitabı üzerine yazmak istiyordum. Üşengeçlik ve yoğunluk, onu Kasım sayımıza ertelememe neden oldu. Sonra Nurşen’in yazısından esinlenerek görenlerin körlük fobisi üzerine bir şeyler demek istedim. Yani düşünmek ve güzel şeyler ortaya koymak. Ama gündem olan kendini dayattı yine. Diyor ya Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle ilgilenme fırsatı vermiyor.” Toplum da bize edebiyat parçalama fırsatı vermiyor. Varsa yoksa bir ayrımcılık. Neyse, biz dönelim o aşık olmanın nesnel koşullarını oluşturan ama aşktan başka her şeyin olacağı havaya. J

 

Yukarıda anlattığım gibi bir hava. Yağmur kokusu soluyorum. O zaman sürekli gözümü rahatsız eden güneş yok o gün. Olumsuz olan tek şey, gece kaldığım anneannemlerin evinden ayrılmış olmak. Ama havanın güzelliği her şeye değer. 10 yaşında hava ile kurduğum bu ilişki beni mutlu ediyor ama bugün aynı tadı alamamak da yabancılaşmış hissi veriyor.

 

Annemle durağa yaklaşıyoruz. Ankara’nın meşhur Ikaruslarından birisi yanaşıyor ve biniyoruz. Otobüsü otobüs yapan en büyük faktörlerden birisi, kalabalık ve “Sağlı sollu yanaşalım” seslenişleri. Benim gibi araç meraklısı olanlar ve 90’lı yıllarda çocuk olanlar hatırlar. Böyle banka ya da devlet dairesi koltuğu gibi üçerli üçerli karşılıklı koltuklar vardı. Birisi anneme yer verdi ve oturduk. Çocuklu bir kadın daha bindi. Ona da yer verdiler, o da oturdu. Çocuğun ayakları sürekli pantolonumda. “Çek” diyorum, çekmiyor. O da çocuk sonuçta. Çocuk aklımla onun ayağını hafifçe ittim ve geldi gelmekte olan. Kadın anneme bağırmaya başladı. “Engelli çocuğun varsa binme otobüse!” Birkaç kişi araya girdi ama “Engelli çocuğu varsa taksiye binsin” diye bağırmaya devam ediyor. Annem ağlamaya başladı ve kendimi inanılmaz suçlu hissettim. Otobüse yoksullar biner ama yoksullar da kendi ötekisine diş geçirir sonuçta. Ötekinin ötekisi olma durumu tam da böyle. Sınıf bilinci gelişmemiş ezilen insan, dişini geçirebildiğini eziyor. Bu tespitimi merak edenler toplu taşıma araçlarını gözlemleyerek doğru sonuçlara ulaşabilirler. Mesela balık istifi taşınmamız insani değildir. Ama balık istifi giderken iki kişi Kürtçe, Arapça falan konuşuyorsa homurdanmalar o insanlara yönelir. Üzeri kirli diye bir inşaat işçisi, parasını verdiği minibüsten atılır. LGBT birisi bindiğinde gözler ona döner. Kimsenin aklına eşya taşınır gibi taşınmaya isyan etmek gelmez. Çünkü sistem insanların öfkelerini yanlış yerlere kanalize etmekte çok mahirdir. Sürekli birileri en altta olmalı ve herkes ezilmişliğinin acısını ondan çıkarmalı. Bu yabancılaşma o kadar komik bir hal aldı ki sokak canlıları bile hedef gösterilir oldu.

 

Benim yaşadığım olayın üzerinden 27 yıl geçti ve hala insanlar aynı ayrımcılığa uğruyor. ”Her şey çok güzel olacak” diyenlerin yönettiği Adalar vapurundan otistik bir çocuk, annesi ile birlikte indiriliyor güvenlik tarafından. Olayın nerede olduğunu söylemesek, Nazi Almanya’sında yaşandığı sanılabilir. Hayır, 2022 İstanbul’unda oluyor. Peki bu yaratık, bu gücü nereden alıyor? Toplumdaki bu yabancılaşmadan ve güce tapınmadan alıyor. Öyle olmasa buna cesaret edemez. Öyle olmasa duruma müdahale eden kişi sayısı, birkaç onurlu insanla sınırlı kalmaz. Maalesef gücünü kendine yabancılaşmış toplumdan alıyor. Çünkü benzeri durumlarda hep aynısı oluyor. Öğrenci bir genç, pasosu olmadan otobüse bindiğinde, şoför onu indirmeye çalıştığında birçok insan şoförden çok bağırıyor gence.

 

Peki ne yapalım? Düşmanlaştıracak, ötekileştirecek kimseyi bulamadığında kendine bile düşman olacaklara mı bırakalım meydanı? Çok beklerler. Bu toplumda yabancılaşmamış, insan olma bilinci, onurlu yaşama bilinci olan insanlar daha çok. Sadece yalnız olmadıklarını görmeleri gerekiyor insanların. Sesimizin boğulma, kaybolma ihtimalini göze alarak haklı olana ses olmaktan çekinmemeliyiz. Mutlaka yerini, gitmesi gereken yeri bulacaktır sesimiz.  Çoğalacak, bastıracaktır ayrımcılığın sesini. Rosa Parks’ın emekçi bilinciyle attığı adımı yılmadan tekrarlamalıyız. Bütün otobüslerin, vapurların tüm koltukları bizim. Niye koltukla yetinelim canım, dünyada güzel olan her şey bizim. “Dünyayı istiyoruz, kırıntı değil” sonuçta. İstediğimizi almamamız için de hiçbir neden yok. Bir an önce kazanmamız ve benim de güzel gökyüzünün altında bol bol edebiyat parçalamam umuduyla.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.