Geç kalma hissinin yarattığı huzursuzlukla ok gibi fırladı yataktan. Zamanı öğrenmek için telefona uzandı. Telefon ekranına yansıyan saate ses verdi ekran okuyucu ve daha kargalar bile uyanmadı der gibi saatin 05:30 olduğunu söyledi.
Şansına lanet etti. Çünkü bu gün iş günü değildi. Tatil günlerine, çalışma günlerine, uyku dengesizliğine, akrep ve yelkovana aklına gelen bütün küfürleri saymaya başladı. Bu iş öyle koyun saymaya da benzemiyordu. Her sövgüde öfkesi artıyor, uykusu daha da çok kaçıyordu. Benim devrelerimde bazı bağlantılar yanlış, diye düşündü. İş günlerinde uyanmak bilmem, tatil günlerinde uyumak... Gece uykuları yüzlerini unutturalı çok olmuştu zaten. Bende hatalı bir şeyler var, bu kadar gariplik bir insan için fazla değil mi? diye düşündü yeniden.
Tüm şehri olanca katılığıyla kuşatmış olan kış, bulduğu boşluklardan içeri sızmayı ihmal etmiyordu. Yorganın davetkar sıcaklığını ayağıyla iterek doğruldu. Öyle gizli saklı olmaz, hele bir çıkalım şu kışın karşısına dedi. Balkona çıkmasıyla rüzgarın savurduğu kar tanelerinin harika dansının içinde buldu kendini. Bu dans baş döndürücü bir hal alınca kendisini içeriye attı tekrar.
Kış, en keskin duyguların harmanlandığı bir mevsimdi onun için. Yaramaz bir dost gibiydi. Kendi bildiğini okur. Bencil ve eşitsizdir. En çok da eşitsizliğini affedemez bu haylaz dostunun. Pencereden göründüğü gibi romantik değildir herkese. Başını bir çatı altına sokamayanlar, yakacak alamayanlar için acımasız bir zorbadır. Yolda yürümesi bile probleme dönüşebilir kışın. Karlı havalarda yön duygusu zayıflayabilir, baston kullanmak zorlaşabilir. Gerçi bütün suç onda mıydı? Eşitsizliği insan yaratıyordu sonuçta. "Doğanın eşitsizliğine karşı insanın eşitsizliği…" Bu ifade çok hoşuna gitti. Çalıntı bir ifadeydi ama olsundu. Doğayı ve insanı eşsiz değerlendiren bir düşünürün muhteşem kültür tanımıydı. "Doğanın yarattıklarına karşı insanın yarattıkları." Hem eşitsizliğin en kötüsü insanın yarattığı değil miydi? Kışın ne suçu vardı? Kendi döngüsünde ilerliyor, var olma koşulları tükendiğinde de ölü mevsimler dünyasına yolunu alıyordu. Onun zorlukları olmasa baharın anlamı olur muydu? Boşuna mı söylemişti Mahsuni Baba: "Bahar çiçek sunar mıydı kabahat kışta olsaydı?" diye.
Bu kadar erken uyanması iyi olmuştu bir taraftan. Gece yarım kalan kitabını bitirebilirdi. Tabii ki ondan önce, geleneksel alışkanlıklarından birini yerine getirecekti. Böyle havalarda çok sık yaptığı gibi eli müzik çalarına uzandı. Ahmet Arif'in o gür ve sevdalı sesi odayı doldurmaya başladı. "Dövüşenler de var bu havada. El ayak buz kesmiş, yürek cehennem. Ümit, öfkeli mahsun; Ümit, sapına kadar namuslu; Dağlara çekilmiş kar altındadır..."
Kendisiyle didişerek, kitap okuyarak günü yarılamıştı. İnanılmaz bir dışarı çıkma isteği zihnini zorluyordu. Hep, olmaması gereken şeyleri olmaması gereken zamanlarda istemek gibi bir huyu vardı. İçerisinden gelen daveti el mahkum kabul etti. Bu havada dışarı çıkmak akıl işi değildi. Akıldışı olmayan her şey anlamsız değil miydi? O zaman yüreğinin götürdüğü yere gitme zamanıydı. Yapılması gerekenin üzerinde aşırı düşünmek kararsızlığa yol açar ve girişimi başarısız kılardı. O nedenle hemen giyinip kendisini kara kışın kucağına attı.
Doğa bir mutluluk sağanağı gibi serpiyordu beyaz güzelliği üzerine. Kar yığınına saplanan baston, yürüyüşünü oldukça yavaşlatıyordu. Karlarla oynayarak, bata çıka ilerliyordu. Ayağına bir buz parçası takıldı. Eğilip onu yerden aldı ve avucunda sıkı sıkı tutmaya başladı. Yıllanmış acı gibidir buz. Katı, sert ve soğuk. Uzun süre temas edildiğinde yanma hissi belirmeye başlar. Neşter gibi ince bir sızı bırakır. İlaç gibidir. Zamanın umarsızlığında hissizleşir. Ölü takvim yaprakları gibidir. Hayatın diyalektiğinin şaşmaz ilerleyişinde erimeye mahkumdur. Artık Soğukla sıcak karşılaştığında soğuk yenilecek, buz da toprağa can suyu olarak bırakacaktır kendini.
Bir medeniyet yoksununun kaldırım üzerine park ettiği arabaya çarpınca, bütün düşündüklerini unuttu ve elindeki buz parçasını araca fırlatarak yoluna devam etti. Gideceği yer belliydi. Bir kitap evi. Fırınların bile kapalı olduğu kara kışta, tek açık olan kitapçı. Arkadaş Abi’nin yeriydi burası. Uzun zaman önce tanışmışlar ve birbirlerine çok ısınmışlardı. Arkadaş Abi, yürek işçisi Arkadaş Zekai'yi çok sevdiği için adını Arkadaş olarak değiştirmişti. İlginç bir insandı. Sürekli okur, okudukça yalnızlaşırdı. Bu yalnızlığı da çok dert etmezdi. Bir iki küçük kayboluştan sonra mekanı bulabilmişti.
Çaya büyük bir aşkla bağlı olduğunu bilen Arkadaş Abi, merhabalaşmadan, önüne bir bardak çay bıraktı. Bardaktan tüten buhar sarhoş etmişti onu. Her zaman olduğu gibi uzun bir hal hatır faslı olmadı. Sıkıca bir birlerine sarılıp merhabalaştılar. Arkadaş Abi her zamanki gibi istediği yerden daldı konuya. "Geçenlerde Nazım'ın Kör Olmak isimli şiirini okudum. Biliyor musun o şiiri?"
“Biliyorum” dedi.
“Bence güzel anlatmış” dedi Arkadaş.
“Bence tartışmalı. Ama karanlığı harika betimlemiş” dedi. "Karanlık Allah gibidir. Rengi yok ahengi yoktur karanlığın."
“Bence körlük üzerine yazılmış en güzel şiirlerden birisi olabilir” dedi Arkadaş.
“Bence tartışmalı” dedi yine; “Bir kere körlüğü karanlık üzerinden nitelemek öznel bir sonuç doğuruyor. Her kör için dünya kapkara değildir. Körlüğün en korkunç ceza olarak kabul edilmesinin nedenlerinden biri de bu aslında. Sonsuz karanlık, sonsuz kapalı kalma durumu gibi değerlendiriliyor. Bir de, yaşamın kötülüklerini göremediklerini düşündüğü için körleri şanslı görme durumu var.”
"Karanlıkla ilgili söylediklerine katılıyorum ama yaşamın olumsuzluğundan azade olduklarını düşündüklerini sanmıyorum” dedi Arkadaş ve ekledi: “Homeros’u tanıyan, Veysel'le aynı çağda yaşamış bir insan böyle düşünemez. Hatta ben daha üstün nitelikli olduklarını bile düşünebilirim. bir Veysel ya da Homeros olmak kolay değildir. Belki de görme yetilerinin olmamasından kaynaklı bu kadar üretkenler."
“Sen de mi Brütüs?” dedi gülerek. “Homeros kör olduğu için Homeros değildi. Veysel de öyle. Mesela Veyselin ozanlığında toprak körlükten daha belirleyicidir. Tıpkı KaracaOğlan'da aşkın belirleyici olduğu gibi. Senin gibi, bir mantık çerçevesinde düşünen birisinin yapabileceği bir değerlendirme değil "bu.
“Anlamaya çalışıyorum” dedi Arkadaş. “Benim yürüttüğüm mantık da genelleyici olmuş evet."
“Olsun” dedi gülerek. “Burası benim kaçış noktam olduğu için affedilebilirsin. Toplumun karmaşasından buraya kaçıyorum. Bildikçe yalnızlaşmak diyorduk ya, burada yalnızlığımızı paylaşıyoruz. ‘Mutluluk bilgiyle kazanılır’ demiş Platon. Biz de Yalnızlaşmayı kazanıyoruz. Yine de ondan vaz geçemiyoruz. "Bilgi aşk gibidir" demiş bir başkası. "Huzursuz eder ama öğrenmek istersin."
“Her ikisi de doğru" dedi Arkadaş. “Yalnızlaşmamanın tek yolu bilgiyi tekelimizden çıkarmak” “Öğrenmenin ve öğretmenin yollarını bulmak.” “Kendimizi yeniden yaratmak."
“Evet, haklısın” dedi. “O zaman içimizdeki yaşam ateşini harlamış olacağız. Kendimizi yeniden yaratacağız. Geçtiğimiz çağın en büyük yazarlarından biri, özgürlük ve eşitlik yolunda yitirdiği sağlığının ardından, hasta yatağında yazmayı keşfetmiş ve ‘Selam yaşam ateşi’ diye başlamıştı işe."
“Evet” dedi Arkadaş. “Yılgınlığa düştüğümüzde bu bizim parolamız olmalı. İnsan sevdikçe, yürüdükçe, denedikçe yaşam ateşini harlamış olur.”
Gün yavaş yavaş toplanmış, gömüleceği takvim yaprağına doğru yola çıkmıştı. O da hafiften evin yolunu tutmuştu. "Selam yaşam ateşi!" cümlesini sürekli zihninde tekrarlıyordu. Nazım'ın Bahri Hazer şiirinin ritmini çok severdi. Bir senfoni gibi bulurdu:
"İniyor kayık, çıkıyor kayık.
İn çık, in çık…"
Kapıdan girerken, kendi fonetiğini yaratma çabasına girişmişti bile.
Selam yaşam ateşi,
Selam,
Yaşam,
Selam yaşam,
Selam yaşam ateşi.