Bir gün iş yerimde fax çekiyordum. Makinenin başında beklerken okulun müdür yardımcılarından biri yanında başka bir öğretmenle çıkageldi. Müdür yardımcısı hayretler ve takdirler içerisinde, fax çekebildiğimi ve bu yüzden benim çok zeki olduğumu düşündüğünü abarta abarta anlatmaya başladı yanındaki öğretmene. O kendince beni överken, ben kendimi inanılmaz aşağılanmış hisettim. Öfkeden deliye döndüm adeta. Beni övdüğünü zanneden birine öfkemi nasıl ifade edecektim. Övgü karşısında öfkelenen bir deli gibi görüneceğimden hiç şüphem yoktu ve sustum.
Başka bir gün yine okulda beni öfkeden gerçekten deliye döndüren, kulaklarımdan neredeyse duman çıkartacak kadar sinirlendiren bir olay oldu. Ben merdüvenlerden iniyordum ve sesinden kolayca kim olduğunu tanıyabildiğim öğretmenlerden biri de yukarı doğru geliyordu. O sıralarda yeni nişanlanmıştım. Odama gelenlere çikolata ikram ediyor, bu güzel haberi iş arkadaşlarımla paylaşıyordum. Bu öğretmen arkadaş da haberi duymuş. Yan yana geçerken benimle konuşmaya başladı. Bana dedi ki: “Elif, aslında sen nişanlanmamış olaydın ben sana bizim bir arkadaşı diyecektim.” Bu söze bir anlam veremedim. Açıkçası biraz da kaba göründü, ama olayı fazla uzatmamak için işi şakaya vurup geçiştirmek istedim. Sonra bu arkadaş konuşmasına devam etti: “O da senin gibi.” dedi. Elbette anladım ne demek istediğini, ama biraz bocalasın, kıvransın istedim. O tabu kelime ağzından çıksın, kulağı da işitsin istedim. “Nasıl yani benim gibi?” diye sordum. “Bursalı mı?” diye ekledim. “Yok.” diyebildi sadece. Oyunu uzatmak istedim ve devam ettim: “Psikolog mu?” dedim. “Yok işte şey....” eveledi geveledi, zor zahmet bir “görme engelli” lafı çıktı ağzından. O sırada yüzümün yandığını, kulaklarımın ateş gibi olduğunu hissediyordum. İkimizin de kim olduğu bir gram bile dikkate alınmadan, yalnızca ikimiz de görmediğimiz için bu adam tarafından birbirimize uygun görülmüştük. Kendimi yine aşağılanmış ve küçük görülmüş hissediyordum. O sinirle “Bırakın artık şu kör köre yaraşır mantığını.“ diyebildim sadece. Yanlış anlaşılmasın lütfen,ben birbirini seven her türlü iki insanın, her şeyden bağımsız olarak birlikteliklerini yaşayabilmelerinden yanayım. O anda kendimi aşağılanmış hissedişimin nedeni, kesinlikle bir başka engelliye yakıştırılmak gibi bir şey değil; adım, mesleğim, hobilerim, hayata bakışım, kişiliğim ve beni ben yapan pek çok şeyin yalnızca körlüğe indirgenmiş olmasıydı. Sonra o adam bir şey söyledi ve ben daha da öfkelendim. Bana dedi ki: “Yok zaten o da istemedi. Kendisi de kgörmediği için iki görmeyenin iyi bir ikili olmayacağını söyledi. Yemek yapabilen, iş görebilen biri olmalı en azından dedi.” Bir kez daha ve daha yoğun olarak kendimi aşağılanmış hissettim ve öfkeden kan basıncımı şakaklarımda duymaya başladım. Hayatımda hiç alakam olmayan biri, beni belki de kendisi gibi görerek beceriksiz ilan etmişti. Bunu yapan da başka bir kördü. Üstüne üstlük, bu adam gelip patavatsızca bunları bana anlatıyordu, hem de nişanımın ertesi haftası. Öylesine öfkelendim ki, ona ne cevap verdiğimi hala hatırlamıyorum.
Bu hikaye de başka bir arkadaşımdan. Takma bir isimle olayı anlatayım: Arkadaşım Cavidan yirmili yaşlarında, eli yüzü düzgün, bakımlı, kibar, eğitim düzeyi oldukça yüksek, görme engelli bir kadın. Bir gün Ankara’da dolmuşa binecek. Tam adımını atacakken dolmuş şöförü arkasından yaklaşıyor ve Cavidan’ı belinden kavrayıveriyor. Cavidan’ın aklı başından gidiyor adeta. Sessizce arkasından uzanan iki yabancı el beline dolanıveriyor. Dolmuş şoförü açıklıyor: “abla düşecen sandım da tuttum seni.” Açıkça tacizdir bu olay. Herhangi bir kadın tacize uğradığında nasıl hissederse öyle hissediyor Cavidan, ama görünürde o adam bir tacizci değil; bir yardımsever. Ne o ne de etraftakiler anlıyor Cavidan’ın öfkesini. Neredeyse haksız buluyorlar onu. Aşırı tepki verdiğini düşünüyorlar belki içlerinden.
Hikayeler anlat anlat bitmez. Biraz olayı çeşitlendireyim, bir kaç tane de davranış örneği vereyim istiyorum hikayeler olmaksızın. Siyah birini gördüğünüzde, o kişiyi tanımasanız bile yanına gidip “Aaaa, saçlarınız ne kadar güzel!” deyip elinizi onun saçlarına daldırmanız, Kürt olduğunu düşündüğünüz birine, “siz” yerine, “sen” diye hitap etmeye başlamanız, gey olduğunu öğrendiğiniz birine “Ama nasıl olur? Sen çok maskülensin.” demeniz, yanından geçerken bir engelinin eline para tutuşturmanız, yan masadaki engelli grubun hesabını onlara sormadan ödeyivermeniz, “Ah canım, ne kadar da şeker!” deyip başını okşamanız ve buna benzer pek çok bilinçli ya da bilinçdışı davranış bu yazının konusu. Düşünün bir kere, içinde “ama” geçen ne kadar çok cümle kuruyorsonuz ve duyuyorsunuz. “Engelli ama çok başarılı, Alevi ama çok iyi bir insan, Yahudi ama çok ccömert biri, ateist ama pek merhametli...” Bu “amalar” uzar gider. Her “ama” dediğiniz cümlede, aslında ikinci söylediğiniz kısmın olağanüstü bir şey olduğunu ve ilk kısımda sözü geçen grubun çoğunluğunun ikinci kısmın tersi olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu yüzden, “Engellesin ama maşallah pek başarılısın.” cümlesini duyan bir engelli takdir edilmiş değil, aşağılanmış hisseder. Mutlu değil, öfkelidir. Demek ki sizin algınız ve beklentiniz engellilerin başarısız olduğu yönündedir. Gördüğünüz bu sıradışı tepki karşısında şaşkınsınızdır. Siz iltifat etmişsinizdir, iyilik yapmışsınızdır ama karşıdaki size öfkelenir, belki de bağırıp çağırmaya başlar.
Bunları yaşayan pek çok engelli insan var. Ayrıca diğer örneklerden de anladığınız üzere, bu durum engelliliğe has değil. Bu durum azınlık ya da marjinal diyebileceğimiz, toplumun “öteki” diye nitelendirdiği gruplara özgü bir durum. İşin kötü tarafı, bu davranış ya da ifadeler öylesine masum görünüyorlar ki, çoğu zaman bunu yapan ne yaptığını ya anlamıyor ya da kabul etmiyor. Bir körü fax çekebildiği için takdir etmek, bir engelliye çöpçatanlık yapmaya çalışmak, düşmek üzere olan engelli bir kadını belinden de olsa tutup kurtarmak, saçları güzel bir siyahi kişinin saçına dokunmak, daha samimi olsun diye “senli benli” konuşmak, maskülenlik ve geyliği kafanızda bağdaştıramadığınızı belirtmek, cömertçe davranıp daha istenmeden bir engelliye maddi yardımda bulunmak ve hesaplarını gizlice ödemek niçin kötü bir şey olsun ki? Neden bu insanlar teşekkür etmek yerine öfkeleniyorlar? Bir soru daha sorayım: Eğer bu kişiler, azınlık değil de çoğunluktan olsaydı, bu davranışı yapabilir miydiniz? Yolda giderken önünde çukur olan bir kadını durdurmak için beline sarılır mıydınız? Engelli olmayan bir çalışanı, parantez içinde belirteyim, aynı zamanda doktora öğrencisi olan bir çalışanı, fax çekebiliyor diye tebrik eder miydiniz? Bir sürü örnek için kendi kendinize sorabilirsiniz bu soruları. “Yerinde başkası olsa aynı şekilde davranır mıydım?” İşte anahtar soru bu.
Bu davranışları sergilemiş olanlar ya da herhangi bir ötekileştirilmiş gruba ait olmayanlar, abarttığımı düşünebilir fazla alıngan olduğumu söyleyebilir, hatta olayları yanlış anladığımı iddaa edebilir. Paranoyak olduğumu dahi ileri sürebilir. Ne yazık ki yanılıyorlar ve ben yanıldıklarını birkaç cümle içerisinde ortaya koyacağım. Bilim dünyası, kendisi küçük etkileri büyük bu davranışları taaa 1970’lerde tanımlamış. Adına da İngilizce “Micro Agression” demiş. Ben de mikrosaldırganlık diyeyim bari.
Mikrosaldırganlık ilk defa Chester Pierce tarafından ırkçı mikrosaldırganlık olarak ele alınmıştır. Bu kavram, Afro-Amerikalıların maruz kaldığı örtük ve genellikle otomatik küçümsemeleri tanımlamak için kullanılmıştır. Daha sonraları, bu tanım ötekileştirilen tüm gruplara genellenmiştir. Mikrosaldırganlık, dini ve etnik azınlıklar, farklı ırktan insanlar, kadınlar, engelliler, LGBTQI bireyler gibi bir hedef gruba, günlük etkileşimler sırasında iletilen basmakalıp, özet, aşağılayıcı sözel veya davranışsal mesajlardır. Kasıtlı yapılsın ya da yapılmasın, onur kırıcı, düşmanca ve hor gören bir eylemdir (Sue ve Sue, 2013).
Mikrosaldırganlığın üç alt tipi bulunmaktadır: Mikrosaldırı (microassault), Mikroaşağılama (Microınsult) ve Mikrohükümsüzleştirme (microinvalidation).
Mikrosaldırı, ayrımcı ve taraflı düşünceler taşıyan, çevresel, sözel ya da sözel olmayan apaçık bir saldırıdır. Hedef gruba açık ve kasti biçimde aşağılayıcı mesajlar verme amacı taşır. Lakap takma, sınıfında otizm tanısı almış öğrenciyi istememe, kasıtlı olarak engelli müşteriye en son hizmet verme ve engellilerden diplomaya ek olarak “Çalışabilir.” ibareli heyet raporu isteme gibi uygulama ve davranışlar bu alt tipe iyi birer örnektir.
Mikroaşağılama, kasti yapılmayan bir aşağılamadır. Kabalık ve küçük görme gibi örtük mesajlar taşır ve sözel ya da sözel olmayan şekillerde görülebilir. Otobüste, bir engelliye can hıraş bir şekilde yardım etmek için ortaya atılan insan, örtük bir şekilde engellilerin daima yardıma muhtaç ve birilerine bağımlı olduğu mesajını vermektedir. Bir engellinin başarısını abartmak da benzer biçimde, beklenenin başarısızlık olduğu mesajını içerir. Benim fax olayı, tam olarak bu alt tipe denk düşmektedir. Başka yaygın bir söylem de “Benim .... arkadaşlarım da var ama” savunmasıdır.
Mikrohükümsüzleştirme, hedef grubun duygu, düşünce ve yaşam deneyimlerini yatsıyan, reddeden, dışlayan yorum ya da davranışlardır. Tıpkı mikroaşağılama gibi kasti değildir ve yapan genellikle farkında olmaz. Bunun en tipik örneği “Ben seni engelli olarak görmüyorum.” demektir. O kişinin engelliliğe dair deneyim, duygu ve düşüncelerinin hükümsüz kılındığı mesajı verilmiş olur (Sue ve Sue, 2013).
Görüldüğü üzere, ne ortada alıngan bir engelli var ne de nankör bir kör. Açık olan bir şey varsa, o da pek çok insanın bilmeden ya da bilerek,karşısındakini aşağıladığı ve küçük gördüğüdür. Görünüşte övgü ama özünde bir yergi olan bir cümle duyduğunuzda ya da davranışa maruz kaldığınızda, kendinizi alınganlık, hassaslık ya da nankörlükle etiketlemeyin. Sorun sizde gibi görünmüyor. Ve siz, mikrosaldırganlar, umarım bu yazıyı okur ve kendinize bir pay çıkarırsınız. Teşekkür beklerken öfkeyle karşılaştığınızda, zahmet edip bir düşünürsünüz. Belki de birkaç paragraf önce sorduğum soruyu kendinize sorarsınız: “Sıradan bir insan olsa böyle davranır mıydım?”
Kaynak
Sue, D. W., & Sue, D. (2013). Counseling the culturally diverse: Theory and practice. (6th ed.). New York: John Wiley & Sons.