Toplam Okunma 0
Siyah zemin üzerine beyaz çizgilerden oluşan spiral şekliyle oluşturulmuş bir tünel. Tünelin ucunda sırtı dönük bir insan çizimi.

Geçenlerde ziyaretime gelen seçilmiş kardeşim ile balkonda oturuyorduk. İçinde bulunduğum durumu ve psikolojimi kendisine göre değerlendirdi ve bana şöyle bir öneride bulundu. Bir ev düşün. İçine beş yaşındaki Gülcan’ı koy. Sonra on yaşındaki Gülcan’ı. Daha sonra on beş, yirmi, otuz, kırk yaşındaki Gülcan’ı ve şimdiki seni bir araya getir. Konuştur onları. Neler değişti hayatta ve sende...

 

O bana bunları anlatırken körlüğümle başlayan yeti farkı hayatımda değişen şeyleri hikâyeleme fikri geldi aklıma bir dergi yazısında. Bende, çevremde, ülkemde ve dahası dünyada olan biteni zaman tüneline koymak. Muhtelif zaman ve yazılarda hep yaptık bunu ben ve diğer arkadaşlarım ama bütünlüklü olarak toparlamak isterim bir kez daha.

 

Sağ gözümün kapkaranlık kör olduğunu fark ettiğimde sekiz ya da dokuz yaşındaydım. Benim için gereksiz bir ayrıntı gibiydi. Allah'ın insana verdiği iki aynı işi yapan organ bunun için her halde dedim ve diğer gözümün gördükleriyle yaşama devam ettim. Yani o zamanlar yeti farklı olmak bana uzaktı henüz. Üzerinden yaklaşık iki yıl geçtiğinde gören gözüme giren bir parmak darbesiyle engelli biriydim artık. Ancak doktor ergenlik çağı bitene değin idare etmemi, sonrasında bir ameliyatla gözümün eskisi gibi olacağını söyledi. Elimi eteğimi hayattan çekip ergenliğin bitmesini beklemeye koyuldum. Anlaşıldığı üzere kafamda kurduğum dünyaya göre ben hala engelli değildim. Dolayısıyla engelli camiası ile ilgilenmeme gerek de yoktu.

 

Oysa alttan alttan benim yerime birileri ilgileniyormuş bu dünya ile. Zira benim gözümün falan açılmayacağına kanaat getiren babam, "seni körler okuluna göndereyim mi? Daha iyi eğitim alırsın orada belki" deyiverdi. Ancak ben ergenliğin bitişine odaklanmıştım. O yaşa geldiğimde her şey bitecekti. Körler okuluna ne gerek vardı?

 

Halbuki körlüğüm gitgide artıyor üstüne de hareket sistemim yavaştan yavaştan arıza çıkarmaya başlamıştı. Sanırım artık fark etmiş olacağım ki on beş yaşında liseye geldiğimde "sen artık bir körsün" diyebildim kendime. Dışarıya açılmaya ve diğer insanlarla iletişim kurmaya başladım. Hala körler kütüphanelerine, Braille yazıya, kabartma saate ve beyaz bastona çok uzaktım. O zamanlar evimiz ülkenin üçüncü büyük şehrinde ama onun şimdiye göre merkeze daha uzak bir ilçesindeydi. Kitle iletişim araçları bu kadar gelişmiş değildi. Bizim çevremizde de başka engelli yok gibiydi. Hatta kör hiç yoktu. Babam benden gizli o yıllarda Karşıyaka'daki körler derneğini şöyle bir araştırmış. Oradaki bir körle tanışıp sohbette etmiş. Ben bunları çok sonraları öğrendim.

 

Kabartma yazı ile ilk tanışıklığım on üç yaşında gittiğim Aydınlık Evler İlkokulu'ndaki yaz kursunda oldu. Orada kabartma okuma yazmayı ve bir ve iki harfli kısaltmaları kaba taslak öğrendim. Çok sonraları üniversite yıllarında körler okulunda okuyan arkadaşlarımın desteği ile Braille yazı kültürümü geliştirdim. O günlerde aylık dergileri kendime defter yaparak tuttuğum günlükler hala durur.

 

Kütüphaneler oturduğumuz yere uzaktı ve posta ile kitap gönderme imkânı o zamanlar yoktu ya da ben bilmiyordum. Yılar yıllar sonra Gültekin Yazgan'ın Kör Uçuş kitabında bin dokuz yüz ellilerde İngiltere'den kabartma kitap getirtip okuduğunu öğrenince çok utandığımı ve üzüldüğümü hatırlıyorum.

 

On yedi yaşında liseyi bitirmek üzereydim. Bununla birlikte üniversiteye hazırlanıyordum. Bir bayram akşam üstlüsünde evde tek başıma TRT FM dinlerken bir dinleyici telefonu hayatımın dönüm noktalarından biri oldu. Adını Sinan olarak söyleyen dinleyici okuyucuları o zamanlar Ankara'da yeni kurulan Altı Nokta Körler Kütüphanesi'ne kitap seslendirmeye davet ediyordu. Çok heyecanlanmıştım. O telefonu kapatır kapatmaz hemen radyoyu aradım. Konuşmasında kaçırdığım noktalardan emin olmak istiyordum. Aklımdaki soruları telefonu açan radyo görevlisine sordum. O da daha iyi iletişim kurabilmem için sonradan Sinan Saltık olduğunu öğrendiğim arkadaşın telefonunu verdi bana. Numarayı hemen çevirdim. Sinan Saltık beni çok sıcak karşıladı. Aklımdaki tüm sorular yanıtını buldu. Benim de Altı Nokta Kütüphanesi yolculuğum böyle başladı.

 

O yıllarda kitaplar kasetlerden dinlenirdi. Bilmeyen gençler için kaset, içinde teybin döndükçe çevirdiği bir bant bulunan kırılabilir sert plastikten bir araçtı. Zaman zaman o bantlar bozulur ve teyp onu sarar hatta bazen kopartırdı. Bu nasıl can yakan bir şeydi bilemezsiniz. Sonra bandın yıpranan bölümü kesilir, iki uç oje ya da uhu ile yapıştırılırdı. Kitabı okurken arada kesilen bölümün neden olduğu kopukluk görmezden gelmeye çalışılarak dinlenirdi. Bazen bu kasetler postada gidip gelirken işinden bezmiş görevlilerin fırlatıp atması sonucu kırılırdı. Postadan gelen şişkin zarfın içinden çıkan kırık kasetler nasıl can acıtırdı. Görevlilerin soyu sopu bir güzel yad edilirdi zarfı açan körce.

 

Sonraları kitaplar CD halinde çoğaltılmaya başlandı.  Bu kasetten daha kolay taşınabilir bir şeydi. Üstelik CD’ler postada kırılma tehlikesi olmaksızın elimize ulaşırdı. Ancak CD çizildiğinde CD çalarda atlamalara neden oluyor ve bu da sesli kitap zevkinin içine ediyordu.

 

Şimdilerde GETEM gibi sanal ortam kütüphaneleri bilgiye erişimi çok kolaylaştırdı. Önceki gibi kütüphaneyi telefonla aramak yok. Ellerinde listeden seçtiğin kitaplar var mı diye sorgulamak yok. Ellerinde istediğin kitap yoksa hangisi var diye tek tek sormak da yok. Aradığın hiçbir kitap yoksa elinizde ne varsa onu gönderin derdi de yok. Kitabın postadan gelmesini yürek ağızda beklemek de yok mesela. Üç kitapla sınırlı gelen kitaplar postada bir ziyana uğramadıysa eğer süresi içinde okuyup postaneden geri göndermek problemi de yok. Ara bölümüne istediğin kitabı yazıyorsun. Listede varsa çıkıyor. İster site üzerinden dinliyorsun ister indirip bilgisayarından takip ediyorsun. Oh! Ne ala memleket.

 

Üstelik artık sesli kitaba da bağlı değilsin. Metin formatlı kitapları okumayı da seçebilirsin. Hatta bilgisayar olmaksızın elindeki akıllı telefon marifeti ile dilediğin bilgiye internetin çektiği her yerde ulaşabilirsin. Veya çeşitli uygulamalar sayesinde cihazını indirdiğin dokumanı dilediğin her yerde her zaman okuyabilirsin. Gel keyfim gel. Bu saatten sonra yeter ki iste ve yeter ki veriler erişilebilir olsun.

 

İlk kabartma saatimi üniversite kaydını yaptırdığımız gün babamla birlikte satın almıştık. Yakınlarda bir kör derneği olduğunu söyledi sorduğumuz birileri. Hayatımda bir adres bulmak için o kadar uzun yürüdüm mü bir daha, sanmıyorum. Biraz ileride diyordu sorduğumuz herkes. O biraz ileri bir türlü gelmiyordu. Bir süre sonra otobüsle gittiğinde babam, "biz o gün ne kadar uzun yürümüşüz" diye ifade etmişti. Sonunda ulaştığımız kör derneğindeki dernek başkanına kabartma saat sorduk. Şanslı olduğumuzu söyledi başkan. Ellerinde İsviçre'den gelme bir kabartma saat vardı. Yanlış anımsamıyor isem sekiz yüz lira ödeyip o saati almıştık. Yanındaki düğmeye basınca kapağı açılıyordu saatimin. Yelkovan ve akrebe nazikçe dokunmak ve saati kimseye sormadan bilebilmek müthiş zevk veriyordu. İkinci kabartma saatim Hollanda'dan babamın halası kızının getirdiği bir saatti. Hala durur vitrinimde. Müzede sergilenircesine, artık durmuş olarak. Malum günümüzde bilgisayar ve cep telefonları bu işi yerine getirdiğinden çoğu insan saat kullanmıyor veya aksesuar olarak tercih ediyor. Ben onlardan değilim.

 

Beyaz bastona gelince, elime ilk bastonumu aldığımda üniversitedeydim. Yurttaki oda arkadaşım beni beyaz baston ile tanıştırdı. Sanırım ilk bastonumu arkadaşımla bu sefer onun üyesi olduğu dernekten almıştık. O kadar mutlu olmuştum ki. Hemen açıp yurdun etrafında dolanmaya başlamıştım. Arkadaşım şaşırdı. “Aferin sana Gülcan, çoğu doğuştan kör, hatta körler okulunda eğitim alan birçok kör bastonu eline almakta senin kadar istekli değil,” dedi. Arkadaşımın bu söylemi çok garibime gitmişti. “İyi de baston kullanmayıp alakasız bir yöne gitsek ve gittiğimiz yerde saçma sapan bir engele çarpsak ya da çukura düşsek daha mı iyi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Baston kullanırken görülmekten daha aciz bence bu diye düşündüğümü anımsıyorum. Şimdi körlüğümün yanı sıra topal da olduğumdan bir de üstüne üstlük denge bozukluğum bulunduğundan tek başına beyaz baston yetemiyor bana dışarıda. Bina içinde beni kotarıyor da sokakta tek koltuk değneğine de ihtiyaç duyuyorum bağımsız harekette. Çoğunlukla babamı baston olarak kullandığımı itiraf ediyorum ama.

 

Bir çırpıda klavyeye oturduğumda kafamdan, düşlerimden ve düşüncelerimden dökülenler bunlar kişisel yeti farkı tarihime dair. Sizler de bir zamanlar Nuri Turhan'ın yaptığı gibi kendi körlük ya da yeti farkı tarihinizi paylaşırsanız okumaktan ve izin verirseniz yayımlamaktan mutluluk duyarız.

 

Satırlarıma son verirken arkadaşımla yazının başında bahsettiğim sohbeti yaparken aklıma gelen bir şiiri paylaşmak isterim. Şiir, Can Yücel’e ait diye dolaşıyor sosyal medyada. Ben de öyle sanıyordum. Ancak araştırmalar sonucu öğrendim ki Ali Poyrazoğlu’nunmuş. Zaten şiirin dili Poyrazoğlu’na daha yakın.

 

20 YAŞ 35 YAŞ 40 YAŞ

VE BUGÜNKİ BEN

-Şunları bir araya toplayayım.

Bir güzel muhabbet edelim- diye düşündüm.

Mutfak işinden de anlarım.

Donattım sofrayı.

Bayağı uğraştım.

Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim.

Bayağı da para gitti.

Birinin yediğini öbürü yemez.

Ötekinin içtiğini beriki içmez.

Dört kişilik sofra kurdum.

Mumları da yaktım.

Bak hepsi, Erick Satie severdi.

Hatırladım.

Müziği de ayarladım.

Geldiler.

20 yaşında ben,

35 yaşımda ben,

40 yaşımda ben ve

Bugünkü ben dördümüz.

Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum.

40 yaşımın karşısına da ben geçtim.

Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.

Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

Yatıştırayım dedim.

-Sen karışma moruk- dediler.

Büyük hır çıktı.

Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.

Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

Evin de içine ettiler.

Bende kabahat.

Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine…

 

Ali Poyrazoğlu


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.