Toplam Okunma 0

“          İnsanlık günün birinde gözleri görmeden yaşamayı başarabilir, ama o zaman da insanlık olmaktan çıkacaktır.”

Nasıl tespit ama? Hayır, saçmalayan ben değilim. Hoze Saramago’nun Körlük adlı pek derin romanından bir alıntı yalnızca.

Peki, ne anlatıyor bu roman? Dahası, nasıl anlatıyor? Eseri körlüğün işlenişi bakımından değerlendirmeye geçmeden önce neler olup bittiğini kısaca bir özetleyeyim.

Aracında, trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir adam birden bire ve nedensizce kör olur. Adama yardım ederek onu evine kadar götüren kişi de çok geçmeden aynı şekilde kör olur. Sonrasında adamın karısı, gittiği göz doktoru, muayenehanede sıra bekleyen hastalar derken bulaşıcı bir şekilde bu sebepsiz kör olma durumu yayılmaya başlar. Bu olağanüstü durum karşısında ülke yönetimi, körlüğün tüm topluma bulaşmasını engellemek amacıyla kör olanları karantinaya almaya karar verir. Ancak körlüğün yayılmasının önüne geçilemez. Körlerin kapatıldıkları binadaki kişi sayısı giderek artar. Kapasitesinin çok üstünde insanla dolu bu binada, beslenme, temizlik, güvenlik gibi ihtiyaçların karşılanması için neredeyse hiçbir düzenleme ve devlet kontrolü yoktur. Buradan çıkmak veya kaçmak da mümkün değildir çünkü kapıdaki silahlı askerler o tarafa doğru başka bir sebeple olsa dahi yaklaşılmasına izin vermezler. Son derece kısıtlı imkanlarla hayatta kalmaya çalışan körlerle dolu bu yerde yalnızca, doktorun karısı kör değildir. Kocası karantinaya götürülürken, kendisinin de kör olduğunu söyleyerek kocasını yalnız bırakmamak için buraya gelmiştir. Giderek ağırlaşan koşullar altında, açlıktan cinayete, hırsızlıktan tecavüze her türlü hadise, buranın normali haline gelir. Bu arada dışarıda da körlük salgını yayılmaya devam etmiş ve nihayet kör olmayan kimse kalmamıştır. İlk kör olan kişilerden oluşan grup dışarı çıktıklarında, şehrin tamamında aynı o binadaki gibi açlığın, ilkelliğin ve vahşetin hüküm sürdüğünü görürler. Karantinadakine benzer bir hayatta kalma mücadelesinin ardından, yine sebepsizce ve aynı sırayla olmak üzere kör olanlar birer birer görmeye başlarlar ve işte mutlu son.

Gelelim bu yazının konusunu ve bağlamını oluşturan, körlüğün işlenişiyle ilgili detaylara.

Yaşamını görerek sürdüren bir kişinin, hiç beklenmedik bir anda kör olması, o kişinin olağandışı tepkiler vermesine ve büyük bir çaresizlik hissetmesine sebep olabilir. Aynı zamanda çevresindekilerin de kör olmuş olması, yardım alamamasına, neyi nasıl yapacağını bilememesine, türlü türlü kazalara, beceriksizliklere ve sorunlara yol açabilir. Ama örneğin, kakasını olduğu yere yapmasına sebep olabilir mi? O güne kadar sahip olduğu veya sahipmiş gibi davrandığı bütün alışkanlık, norm ve değerleri unutmasına veya önemsememesine sebep olabilir mi? Yalnızca körlük, adam öldürmenin, işkencenin, tecavüzün, bencilliğin, şiddetin, ihanetin ana kaynağı olabilir mi?

Kriz anlarında ve özellikle de insanın canı tehlikeye girdiğinde, çok farklı davranışlar sergilenebileceğini biliyoruz. Peki, bu romandaki kriz nedir? İnsanların kör olması mı yoksa çok sayıda insanı; kapalı bir alana tıkıp, açlıktan ölme tehdidiyle yüz yüze, hiçbir düzenlemenin ve kuralın olmadığı bir yerde, imkansızlıklar içinde kendi haline bırakmak mı? Yaşanan dehşetli ve trajik olayların asıl sebebi, hayatta kalma içgüdüsüyle insanların çaresizce sergiledikleri davranışlar olduğu halde, kurnazca diyebileceğimiz bir sunum hilesiyle, tüm bu sıra dışı olaylar herkesin kör olması sonucu ortaya çıkmış gibi yansıtılıyor.

İşte iddiamı destekleyecek birkaç alıntı:

“İçimizden hangimiz eskiden olduğu kadar insan olduğunu düşünüyor.”

“Zavallı annen ve babanla birbirinize yeniden kavuştuğunuzda, gözleriniz gibi gönlünüzün de körleşmiş olduğunu göreceksiniz. Şimdiye kadar bizi yaşatan ve bizi biz yapan duygularımızı gözlerimize borçluyuz. Gözlerimiz görmeseydi, bambaşka duygulara sahip olurduk…” “Biri çıkıp bana adam öldüreceğimi söyleseydi, bunu hakaret sayardım. Oysa öldürdüm…”

Ortaya çıkan insanlık dışı durumların, karantina koşullarından değil de körlükten kaynaklandığının asıl kanıtı ise, dışarı çıkıldığında karşılaşılan ve şehrin tamamında hüküm süren kaos. Aslında kaos demek de çok yeterli değil. Öyle ki dışarıda, karantina binasındakinden de kötü bir manzara var. Hayvanları boğazlayıp çiğ çiğ yiyen insanlar, her türlü pisliğin yaydığı iğrenç kokular, yerde yatan çürümüş ölüler…

Ne temizlik ne de içmek için su var mesela. Şehrin zaten mevcut olan su tesisatları ve kaynakları var elbette ama o sistemi çalıştıran kişiler de kör olduğu için, yağmur yağmasa susuzluktan ölecek durumda herkes. Yani  zaten hazır olan ve önceden bilinen imkanlar dahi, insanlar kör olduğu için kullanılamıyor.

Bu durumun teknik açıdan gerçekçi olmamasının yanı sıra insanların geri dönülemez şekilde o güne kadarki tüm insani özelliklerini, akıl yürütme de dahil olmak üzere, kaybetmiş olmaları da ayrı bir sorun.

Olağanüstü koşullarda insanların olağandışı ve mantıksız tepkiler vermesi anlaşılabilir tabii ki, ancak onca zaman geçiyor ve hiçbir insan topluluğu çıkıp da bir düzen oluşturmaktan söz edemiyor. Uygarlığın olmazsa olmaz şartı olarak sunuluyor görmek. Olayların akışı bize şunu gösteriyor ki, eğer tekrardan görmeye başlamasalardı herkes en kötü bir biçimde can verecekti. Romanda öyle ibretlik bir mesaj var ki, eğer görmek yoksa hiçbir şey yok. Konuyla ilgili şöyle bir diyalog gerçekleşiyor: “Başımızda bir hükümet var mıdır?”

“Varsa bile körleri yöneten yine körlerden oluşan bir hükümettir. Yani hiçliği yöneten hiçlik.”

Körlüğün bir hiçlik ve yokluk olarak sunumu bununla da sınırlı değil. İki kadın olası tehlikelerden konuşurken birisi şöyle diyor:

“Biz şimdiden ölmüş sayılırız, körüz çünkü, ölmüşüz. Ya da bunu başka bir biçimde söylememi istersen, ölüyüz çünkü körüz. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.”

Peki, nasıl oluyor da böylesine akıl dışı sonuçlara varılabiliyor? Bu sorunun cevabını da romanda bulalım. Eserdeki iddiaya göre körlük, insanın yalnızca duygularını ve değerlerini değiştirmekle kalmayıp bir kişiyi o kişi yapan özünü dahi değiştiriyor. Kör olmayan tek kişi olan doktorun karısı şöyle diyor örneğin, “Kocamı seviyorum ama kör olursam yani şimdi olduğum kişi olmaktan çıkarsam, onu kim olarak sevmeyi sürdürebilirim ve bu nasıl bir sevgi olur acaba?”

Bu şekilde, görüp görmemenin, insan olup olmamayı ve hatta var olup olmamayı belirlediği düşünülürse, karşımıza çok daha can alıcı bir sorun çıkıyor, o da şu: Peki ya, salgından önce, yani çoğunluk görürken de var olan ve yaşamlarını insanca sürdüren körlerin durumu nasıl açıklanır?

Onun da cevabı yine romandaki şu alıntıdan okunabilir:

            “Önceden gören insanlar çoğunluktaydı. Körler de vardı ama azınlıktaydı. Hakim olan duygular, görenlerin duygularıydı. Körler de duyguları, görenlerin duygularından öğreniyordu. Kör insanlara özgü duygularla değil.”

Buradan da anlaşıldığı gibi, ister olağanüstü kriz ortamında olsun, isterse de her şeyin yolunda olduğu uygar bir ortamda olsun, körler hiçtir. Kendilerine ait duyguları, düşünceleri ve davranışları yoktur. Anlaşılan o ki varlıklarını görenlere borçludurlar desek bile yanlış olur çünkü onların kendilerinin sahip oldukları bir varlıkları dahi yoktur.

Bu arada romandaki kişilerin hiçbirinin ismi yok. “Körler ya, o yüzden yok” desem abartıyorum sanılır belki ama evet gerçekten de o yüzden yok. Birkaç yerde yeni tanışan körler birbirlerine isimlerini sorduklarında, “İsmimin artık bir önemi yok, ben körüm sonuçta” gibi bir cevap veriliyor ve bu herkesçe kabul edilebilir bulunuyor. Peki, kör olmayan tek kişi olan doktorun karısının ismi var mı derseniz, onun da ismi yok, ancak roman körlüğün yok ediciliği üzerine öylesine tutarlı ki o durumu da, doktorun karısının ağzından çıkan şu sözlerle açıklıyor: “Ben görüyorum ama sizin körlüğünüzden ben de körüm.”

Asıl olanın görmek ve gören olmak olduğu o denli tartışmasız sunuluyor ki, kör olmayan tek kişi olan doktorun karısı şu şekilde ifade ediliyor: “Bir tür doğal başkan. Görmezler ülkesinin gören kralı.”

Romandaki ibretlik kurgunun ve sözde akıl yürütmelerin verdiği tek bir mesaj var, o da: Görmek her şeydir.

Bu çok ünlü roman, ne yazık ki hayli geniş bir çevrede etki ve beğeni uyandırıyor. Birçok kişi bu eseri okuduktan sonra, körlük üzerine bilgi ve fikir sahibi olduğunu zannediyor. Yalnızca bilgi ve fikir de değil elbet, sahte bir bilgeliğin yanı sıra, bolca korku ve acıma duygusuna da sahip oluyor. Şu anda sahip olduğumuz her ne varsa, uygarlıktan ahlaka ve insanlığımıza kadar, hepsini görme duyusuna borçluyuz. Bu bilgece çıkarım gerçekten de yaratıcılıkta sınırları zorluyor. Bundan daha sığ bir çıkarım yapmaya benim hayal gücüm yetmiyor.

Yazanı da, beğenerek okuyanı da, Nobel Edebiyat Ödülü vereni de anlamıyorum ve korkarım benim neden bahsettiğimi de anlayamayacak çok kişi var. Yine de neden bu yazıyı yazdığımı söyleyeyim. Bugün körlükle ilgili adeta referans olarak görülen bu kitap, belki saygın bir yerde duruyor. Ancak gün gelecek, bu ve bunun gibi eserler, farklı olmanın nasıl da cahilce değerlendirildiğine, ne denli ilkel düşünüşlerle yorumlandığına ilişkin birer az gelişmişlik örnekleri olarak okutulacaklar.

İşte o günlere giden yolda bugünden atılmış bir adım olsun bu yazı.

Genel ezberlerle değil, kendi aklıyla düşünenlere selam olsun.


Sesli Dinle

Yorumlar