Toplam Okunma 0

Günlerden, doğmamaya direnen bir gündü. Burada günler doğmaya, güneş yüzünü göstermeye nazlanır olmuştu artık. Aslında ne gece güne evrilmekte, ne de güneş doğmakta nazlanıyordu. Her şey kendi doğasınca işliyordu. Sadece, enerji tekellerinin kasası biraz daha şişsin diye, karanlığa sabitlenmişti saatler. Gün ışığına hasret uyanıp karanlığa uyur olmuştu koca ülke. Yarı uykulu bir şekilde sokak kapısına yöneldi. Kapıyı açtığında, sert bir rüzgarla yüzüne çarpan yağmur damlalarının ufak fiskeleri, onu kendine getirmişti. Binanın girişinde, sokakla binayı ayıran ve genellikte yarı açık olarak engel teşkil etmekten başka bir işe yaramayan kapıyı da bastonuyla tamamen açarak çıktı. Bir yağmurluk canı olan caddedeki şeritler, üzerlerine düşen damlacıklarla yürünmez hale gelmişti.

Şeritleri takip ederek ilerlemeye başlamıştı. Gündoğumu geciktirilmiş caddede, işine yetişmeye çalışan insanların ayak seslerinden ve kendi bastonunun sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Bana engelli düşmanı bir şehrin resmini yapabilir misin Abidin sorusunu cevaplarcasına, yamuk bir ağaç ve diz yaralamaktan başka bir işe yaramayan demirlerin arasından otobüs durağını buldu. Buldu bulmasına da, bulmakla yetinmeyip günün ilk golünü yedi. Tam durağın önünde konuşlanmıştı ki, sol kolunda bir ağırlık hissetti. Sol yanındaki ağırlık, onu aksi bir yöne doğru yönlendirmeye çalışırken “Direkt git! Direkt git! diye bağırıyordu. “Nereye gideyim amca, otobüs bekliyorum” diyerek kolunu sertçe çekti. Amcadan yanıt gecikmedi, “Niye söylemiyon otobüse bineceğini?” Neyse, bu bezdirici diyalog çok fazla uzamadan, otobüs durağa yanaşmıştı bile.

Uykularına ve evlerine doyamamış onlarca emekçi, bir anda açılan kapıdan içeri hücum etti. Otobüs bir anda tıka basa dolmuş, Nazi toplama kamplarına giden trenleri andıran bir hal almıştı. Bu insan denizinin içinde, tutunmaya bile gerek duymadan gidebileceği şekilde bir damlalık yer bulabilmişti. Otobüs, biraz daha yüklü olarak hareket etti. Yandan bir teyzenin sesi duyuldu, “Şuna yer verinsene, aaaaa insanlık ölmüş.” Orada mevzu bahis olan” şu” nun kendisi olduğunu anlayacak kadar deneyimliydi. “Yok ben ayakta giderim rahatsız olmayın” dedi. Rahatsız olmayının, olmayın kısmını bile tamamlayamadan; mengene gibi iki kolun belini sıkıca kavrayıp koltuğa oturtması bir oldu.

Otobüsten indiğinde, yüzüne çarpan temiz havayla yeniden doğmuş hissine kavuşmuştu. Bugün biraz daha erken iş yerinde olması gerekiyordu. Dünden yapılması gereken işler olduğu ve erken gelmesi söylenmişti. Biraz daha temposunu arttırarak iş yerine doğru ilerlemeye başladı. Kapıda karşılaştığı iki arkadaşı, acemi valeler gibi bağırmaya başladı. “Sağ yap, orası değil oğlum sol sol, sağını solunu bilmiyon mu?” Bu kapıdan milyon kere geçtiğini ve onlar kilometrelerce öteden böyle bağırmadıklarında yolunu çok rahat bulduğunu bilen insanlardı bağıranlar. Kapıdan içeriye adımını attığında, aynı seslerden birisinin “Gül abla sana zahmet şunu da çıkar” dediğini duydu. Çıkarılması gereken nesnenin kendisi olduğunu da, acı deneyimlerle öğrenmişti.

Neyse, tek parça halinde odasına ulaşmıştı. Kapıyı açtı ve artık baston kullanmasına gerek olmadığını düşünerek yürümeye başladı. Ayağının bir şeye dokunmasıyla, zemine çarpan bir demir parçasının çıkardığı mekanik sesle irkilmesi bir oldu. Defalarca oraya koymamalarını rica ettiği, gereksiz bir eşyaydı düşen. İnsanları yaralama ihtimali olan o eşyanın, orada durmaması gerektiğini defalarca belirtmişti. Bir an önce işe başlayarak bu saçmalıklardan kurtulmak istiyordu. İşyerinde bilgisayara en hâkim çalışan olmasına rağmen, bazı işlerde yönetim tarafından yanına birisi görevlendiriliyordu. Görevlendirilenin niteliği önemli değildi, Görsel konularda yardımcı olacaktı sözde. Kolay kolay hiçbir projede böyle bir saçmalığı kabul etmiyordu. Fakat o gün didişmek istemiyordu canı. Bilemezdi ki bu uysallık ona pahalıya mal olacak. İşe başlamasına fırsat verilmeden, mouse’un üzerine çöreklenmiş iki el çalışmasını engelliyordu. Tek başına 5 dakikada bitirdiği iş, yarım gündür bitmemişti. Görmenin insanı doğalından nitelikli kıldığı düşüncesiyle, görmeyen insanların her işine burnunu sokmayı vazife edinen insanlardı. Çoğu görme engellinin kaderiydi. Müzisyen bir arkadaşı anlatmıştı, sahne öncesi gören bir arkadaşı hiç gerek yokken arkadaşın enstrümanını akort etmekte ısrarcı olmuş. Daha komik olan, ilgili kişinin o enstrümanla hiç alakası yokmuş. Öyle ya bilgisi olmayan gören bir kişi, o konunun uzmanı olan körden daha uzmandır.  Bir körün elini yıkama ihtiyacı duyduğunda, alakasız birinin ondan önce davranıp musluğu açması gibi. Kör birisinin telefonu çaldığında, alakasız birisinin ekrana dokunarak çağrıyı cevaplaması gibi. .

Verimsizlik abidesi gün yarılanmıştı. İçinin kıyıldığını hissetti ve kendisine bir şeyler söyledi. Yemeğin yanında gelen ayranı çalkalamasıyla, her yerin ayran olması bir oldu. Yine işgüzarın birisi habersizce ayranı açmış ve açtığını belirtmeye bile gerek duymamıştı. Bütün öfkesi tepesine çıktı. İlk işi yan masadaki bilgisayarın tuşlarına gelişi güzel basmak oldu. Sonra koridorda bulduğu büyük bir  sehpayı insanların yürüme yolunun üzerine bıraktı. İlk bulduğu kişiyi, gittiği yerin tam tersine yönlendirmeye çalıştı. Yarı öfke ve yarı şaşkınlıkla müdahale etmeye çalışan insanlara, beni siz çıldırttınız, sizin her gün bana yaptığınızın aynısıydı yaşadıklarınız dedi. Belki artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı ama olsundu. Uzun zaman sonra, ilk kez kendisini bu kadar rahatlamış hissediyordu. Davranışının sonucu her ne olursa olsun, kimsenin kişiliği üzerinde tepinmesine izin vermediği için gönül rahatlığıyla bıraktı kendisini zamanın dingin sularına.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.